Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Göçmen Kadın Hakkında

Göçmen Kadın konusu, istatistikler, fiyatları ve daha fazlası burada.

Hakkında

(...) Başı yukarı doğru bakarak sağ tarafa kıvrılmış vücudu ve toplanmış dizleriyle yatakta yatıyordu. Yüzü bembeyaz kireç gibi, boğazı ise soluk ve şeffaftı; öyle ki ince damarlarını sayabilirdin. Ellerini karnının üstünde birleştirmişti. Göğüsleri hiç dikkat çekmiyordu, sanki on iki yaşında bir kız çocuğu gibiydi. Eğer bir insan eli onun kalbini arasaydı neredeyse hiç nabız bulamazdı. Yalnızca bir melek, gelecekte bu solgun ve soyut varlığa âşık olabilirdi. İstikbalin denizine açılıyordu. Kanatların ve bulutların üstünde uçuyordu. Sanki nahoş bir tırtıldan çok güzel bir kelebek gibi doğuyordu. Böylece ruh, fani bedenden yükseliyordu. Geçici ve ölümlü olan aşk, kutsal ve semavi bir aşk olarak doğuyordu. Ölüm ile yaşam arasında duruyor ve ebediyetin şafak öncesi vaktinden keyif duyuyordu. Gizemli bir şekilde geçmişiyle vedalaşıyor, kucak dolusu metanet ve vefa ile geleceğe sesleniyordu. Attığı adımı görmeden yürüdüğü ışık dolu bir yol olduğunu anlıyordu. Kendisi ile birlikte yeni bir gün doğumunda yok olacak hayatının ufuk çizgisinde kaybolan bulutları ve fırtınaları da götürüyordu. Baş melekler, kalbine gizemli ve akla hayale gelmez sözcükler fısıldıyordu. Sesi titreyerek baharda öten bülbüller gibi şafak şarkısını söylüyordu. Bir an için bakışlarını arkaya çevirdi, hayatının farklı dönemleri, üzerine basılan çöller gibi, yürürken ayaklarının tökezlediği mezarlıklar olarak göründü. Sonunda topuklarının altında pürüzsüz ve çimlerle kaplı bir toprak buldu. Sanki sonsuzluğun kıyısından bir rüyanın içine girer gibi oldukça ruhani ve dumanlıydı. Yolunda yürümesini zorlaştıran dikenler ellerini kesmişti ve şimdi yara bere, kanla dolu elleri Tanrı’ya uzanıyor, Tanrı onları gökyüzünde yanan buhurdanlık ateşinde dağılan tütsülerle her türlü kirden ve günahtan arındırıyordu. Hiçbir zaman hecelemediği dahi, net, açık anlamlar yükseliyordu. Sanki öteki dünyanın ebediyet ağacından üzerine düşen masumiyet hediyelerini kabul ediyordu. Kollarını uzattı ve bir zamanlar hayal etmesi yetmeyen ideali kucakladı: Ölümsüzlüğü. (...) (...) Başı yukarı doğru bakarak sağ tarafa kıvrılmış vücudu ve toplanmış dizleriyle yatakta yatıyordu. Yüzü bembeyaz kireç gibi, boğazı ise soluk ve şeffaftı; öyle ki ince damarlarını sayabilirdin. Ellerini karnının üstünde birleştirmişti. Göğüsleri hiç dikkat çekmiyordu, sanki on iki yaşında bir kız çocuğu gibiydi. Eğer bir insan eli onun kalbini arasaydı neredeyse hiç nabız bulamazdı. Yalnızca bir melek, gelecekte bu solgun ve soyut varlığa âşık olabilirdi. İstikbalin denizine açılıyordu. Kanatların ve bulutların üstünde uçuyordu. Sanki nahoş bir tırtıldan çok güzel bir kelebek gibi doğuyordu. Böylece ruh, fani bedenden yükseliyordu. Geçici ve ölümlü olan aşk, kutsal ve semavi bir aşk olarak doğuyordu. Ölüm ile yaşam arasında duruyor ve ebediyetin şafak öncesi vaktinden keyif duyuyordu. Gizemli bir şekilde geçmişiyle vedalaşıyor, kucak dolusu metanet ve vefa ile geleceğe sesleniyordu. Attığı adımı görmeden yürüdüğü ışık dolu bir yol olduğunu anlıyordu. Kendisi ile birlikte yeni bir gün doğumunda yok olacak hayatının ufuk çizgisinde kaybolan bulutları ve fırtınaları da götürüyordu. Baş melekler, kalbine gizemli ve akla hayale gelmez sözcükler fısıldıyordu. Sesi titreyerek baharda öten bülbüller gibi şafak şarkısını söylüyordu. Bir an için bakışlarını arkaya çevirdi, hayatının farklı dönemleri, üzerine basılan çöller gibi, yürürken ayaklarının tökezlediği mezarlıklar olarak göründü. Sonunda topuklarının altında pürüzsüz ve çimlerle kaplı bir toprak buldu. Sanki sonsuzluğun kıyısından bir rüyanın içine girer gibi oldukça ruhani ve dumanlıydı. Yolunda yürümesini zorlaştıran dikenler ellerini kesmişti ve şimdi yara bere, kanla dolu elleri Tanrı’ya uzanıyor, Tanrı onları gökyüzünde yanan buhurdanlık ateşinde dağılan tütsülerle her türlü kirden ve günahtan arındırıyordu. Hiçbir zaman hecelemediği dahi, net, açık anlamlar yükseliyordu. Sanki öteki dünyanın ebediyet ağacından üzerine düşen masumiyet hediyelerini kabul ediyordu. Kollarını uzattı ve bir zamanlar hayal etmesi yetmeyen ideali kucakladı: Ölümsüzlüğü. (...)
Tahmini Okuma Süresi: 4 sa. 34 dk.Sayfa Sayısı: 161Basım Tarihi: Ocak 2019Yayınevi: Arion Basım Yayın
ISBN: 9786059366212Ülke: TürkiyeDil: TürkçeFormat: Karton kapak
Türler:
Reklam

Yazar Hakkında

Aleksandros Papadiamantis
Aleksandros PapadiamantisYazar · 4 kitap
4 Mart 1851’de Hadula başta olmak üzere birçok çalışmasının coğrafi dokusunu oluşturan Skiathos Adası’nda papaz bir babanın dördüncü oğlu olarak doğdu. Skiathos’ta ancak on bir yaşına kadar eğitim görebildi. Daha ileri seviyede eğitim veren bir okul olmadığı için sonraki üç yılını babasının çiftçilik işlerine yardım ederek geçirdi ve kalan eğitimini yakın adalardaki okullara giderek tamamlayabildi. Üniversite için başkente gitmeyi başardığında yirmi üç yaşındaydı ve sadece iki yıl boyunca felsefe okuyabildi. Neyse ki, bu sırada kuzeninin de yardımıyla Yunan basın yayın dünyasına kıyısından köşesinden girmeyi başarmıştı. Ekonomik zorluklar nedeniyle öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra geçimini sağlamak için birçok işte çalışsa da, hayatı boyunca bağlı kaldığı tek uğraş vardı: Yazmak. İlk romanı Muhacir 1878’de -İstanbul’da çıkan- Neologos’ta, sonraki üç romanı Atina gazetelerinde yayımlandı. Hatta bir süre sonra gazeteler onun öykülerini ve romanlarını tefrika halinde basmak için birbirleriyle yarıştılar. Papadiamantis telif konusunda gazetelere zorluk çıkarmadı, pazarlık yapmadı ve kazandığı parayı dikkatsizce harcadı. Bir dönem boyunca günlerini sadece öykü yazarak ve çeviri yaparak geçiren Papadiamantis Suç ve Ceza, Quo Vadis, Dracula, Manxman gibi romanları ve Çehov, Bret Harte, Jerome K. Jerome’nin öykülerini Yunancaya çevirdi. 1902’de memleketi Skiathos’ta en iyi eseri olarak kabul edilen Hadula’yı yazmaya başladı. Bu roman, ona “Yunanistan’ın Dostoyevski’si” unvanını kazandırdı ve Papadiamantis o günden sonra “Hadula yazarı” olarak anıldı. Romanı bitirdikten sonra Atina’ya tekrar döndü. Hırpani görünüşlü bir bekâr olarak, ölümüne dek büyük bir sadelikle yaşayan Aleksandros Papadiamantis, 1909’da memleketine yerleşti ve yakalandığı zatürre nedeniyle 3 Ocak 1911’de, doğduğu Skiathos’ta hayata gözlerini yumdu.