İnsan Sonrası sözleri ve alıntılarını, İnsan Sonrası kitap alıntılarını, İnsan Sonrası en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşunda. (1977) iddia ettiği üzere söylem, belli anlamlara veya anlam sistemlerine bilimsel meşruiyet kazandırmak adına atfedilen siyasi geçerlilik üzerinedir; bunlar hiçbir şekilde nötr veya verili değildir. Öyleyse bilimsel hakikat, söylemsel geçerlilik ve iktidar ilişkileri arasında eleştirel, materyalist bir bağlantı kurulmaktadır. Söylem analizine böylesi bir yaklaşım, öncelikle toplumsal olarak kodlanmış cebri “farklara” ve bunları tesis eden bilimsel doğruluk, etik değerler ve temsil sistemlerine inancı yerinden etmeyi amaçlamaktadır.
Her birimiz fani varlıklar olmamız hasebiyle, her daim çoktan bir “olmuş olan”ızdır. Ontolojik oluş itkisi olarak arzu (potentia), yaşamaya devam etmemiz için bizi baştan çıkarır. Yeterince uzun süre idame ettirildiğinde, yaşam alışkanlığa dönüşür. Alışkanlık, kendini tatmin eder hâle gelirse, yaşam bağımlılık verici olur, ki bu da zaruri veya kendinden menkul olanın tam tersidir. “Sadece bir hayatı” yaşama, verili değil, projedir öyleyse, çünkü burada doğal veya doğrudan bir şey yoktur. Kişinin düzenli olarak, arzunun elektromanyetik yükünü yenileyerek yaşama “hızlı bir başlangıca” ihtiyacı vardır; her ne kadar gün boyu otomatik pilotta devam eder hâlde bulsa da kendini. Yaşam, en iyi ifadeyle, zorlayıcı ama zorunlu değildir. Haz ve acının ötesinde yaşam, bir oluş, direnç sınırlarım esnetme sürecidir.
Avrupa’da tarihsel olarak güçlenmiş üst düzey sekülerizm, günümüzde hâlâ siyasi kuramda başat bir role sahiptir ve esasen güçler ayrılığına ilişkin siyasi bir doktrindir. Ancak bu sekülerizm geleneği, toplumsal olarak özel bir inanç sistemi ve kamusal siyasi alan arasında yeni bir ayrım tarafından sahnelenen din ve vatandaşlık arasındaki kutuplaşmayı ortaya atmaktadır. Söz konusu kamu-özel alan ayrımı da baştan aşağı cinsiyetlenmiştir. Tarihsel olarak, Avrupa’da kadınlar hem özel alana hem de inanç ve din alanına atfedilmişken, hümanizmse “Beyaz Adam’ın derdidir”. Dini inancın böylesi geleneksel biçimde kadınlara atfedilmesi, kadınlara tam bir siyasi vatandaşlık tanınmasının önünde engel olarak durmaktadır. Avrupalı kadınlar, kamusal meselelere dahil olmak yerine dini etkinliklerle iştigal etmeye teşvik edilmiştir. Bu durum sadece toplumsal olarak marjinalleştirme kaynağı olmakla kalmaz, tektanrılı dinlerin kemikleşmiş cinsiyetçiliği ve kadınları, kutsal işlevlerin yönetimi ve idaresinden uzak tutmak gerektiğine dair ortak inançları göz önünde bulundurulduğunda, şaibeli bir ayrıcalıktır da. Öyleyse sekülerlik, inanç ve duygular veya akıldışı ve rasyonel yargı arasındaki ayrımı kuvvetlendirmiştir. Bu kutuplaşmış şemada kadınlar, din dahil, tutkuların ve duyguların akıldışı kutbuna yerleştirilmiştir ve bu işlevler onları özel alanda tutmak üzere bir araya gelmiştir. Böylece sekülerizm, kadınların ezilmesini, rasyonel vatandaşların ve siyasetin kamusal alanından dışlanmasını sağlamaktadır aslında.
Savaş sonrası dönemde komünist hümanizmin nispeten popüler oluşuna iki unsur katkıda bulunmuştur. Bunlardan ilki, faşizmin Avrupa’nın toplumsal ve de entelektüel tarihi üzerindeki felakete varan etkileridir. Faşizm ve Nazizm dönemi, Kıta Avrupası’nda eleştirel kuramın tarihinde temel bir yarılmaya neden olmuştur;
öyle ki yirminci yüzyılın başında felsefe açısından merkezi bir yere sahip düşünce ekollerini -bilhassa Marksizm, psikanaliz ve Frankfurt Okulu ve Nietzsche jeneolojisinin rahatsız edici tarafı (elbette Nietzsche vakasının oldukça karmaşık olduğunu teslim etmek gerekir) - mahvetmiş ve Avrupa’da yasaklamıştır. Dahası, Soğuk Savaş ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesini takiben iki jeopolitik blok arasındaki muhalefet, 1989’a dek Avrupa’nın parçalara bölünmesine ve iki karşıt gruba ayrılmasına neden olmuştur; ki bu durum, Avrupa’nın böylesi bir şiddet ve özyıkımla kendinden uzaklaştırdığı bu radikal kuramların yeniden kıtaya intikalini oldukça zorlaştırmıştır. Örneğin Michel Foucault’nun felsefede eleştirel postmodernite çağının öncüsü olarak ele aldığı yazarların çoğunun (Marx, Freud, Darwin), Nazilerin 1930’larda mahkum ettiği ve kitaplarını yaktığı isimler olması mühimdir.