1878 yılında Üsküdar’da dünyaya gelen Ahmet Selâhaddin, Erkan-ı Harbiye Miralayı (albay) İbrahim Muhiddin Bey ile Asiye Hanım’ın çocuğuydu. Babası Sultan Abdülhamid’in güvenini kazanıp çeşitli komisyonlarda onun tarafından görevlendirilen bir kişiydi. Fransızca bilen Ahmet Selâhaddin, ayrıca Rumca da konuşuyordu. Okulunu bitirince Reji İdaresi Muhafaza Kalemi’nde çalışmaya başladı. Üç yıla yakın burada görev yaptıktan sonra Ziraat Bankası Kalemi katipliğini üstlendi. Ardından da Düyûn-ı Umûmiye İdaresi A’şâr ve Gümrük Resmi Müsevvidliği’ne getirildi.
Düyûn-ı Umûmiye’de görev yaparken, bu arada ilgi duyduğu hukuku düvel üzerine kendi kendini yetiştirmiş, Paris’ten getirdiği mesleki kitaplar ve dergilerle, devletlerarası hukuka ait en yeni düşünceleri yakından takip etmişti. Bu çabaları sonucunda, İstanbul Üniversitesi’nde hukuku düvel profesörlüğüne getirildi. Otuz üç yaşında bu kürsünün başına geçen, Ahmet Selahaddin Bey, okulun en genç profesörü oldu.
1915 yılında son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı için yapılan seçimlerde Ahmet Selâhaddin Bey de adaylığını koydu. Seçimi kazandı ve İstanbul Milletvekili olarak birkaç ay içinde çalışmalarına başlayan meclisteki yerini aldı.
Yunanlılar, İzmir’e girince İstanbul’da 19 Mayıs 1919’da büyük bir miting yapıldı. Halka açık yerde, Fatih Belediye dairesi önünde gerçeleştirilen mitingi düzenleyenlerin başında Ahmet Selâhaddin vardı. Elli bini aşkın insanın doldurduğu alandaki belediye binasının balkonuna kurulan kürsüye siyah zemin üzerine beyaz bir bayrak çekilmiş ve balkondan aşağıya sarkıtılmıştı. Ahmet Selâhaddin, burada kürsüye çıkarak ateşli bir konuşma yapıp Türkiye’nin haklarını tüm dünyaya haykırdı. Sultan Vahdettin’in oluşturduğu “Saltanat Şûrası”nda Darülfünun temsilcisi olarak yer aldı. Toplantıda “Şûra-yı Saltanat zamanı geçmiştir. Şimdi Şûra-yı Millet toplama zamanıdır.” dedi.
Selâhaddin Bey, Türkiye’nin kurtuluşu ile ilgili düşüncelerini 1919 yılında Vakit Gazetesi’nde bir dizi baş makale kaleme alarak, hukuki gerekçelere dayandırıp dünyaya anlattı. Bu çalışmaları üç yıl sonra Lozan’da toplanacak olan Uluslararası Sulh Konferansı’nda Türk haklarını savunacak olanlara önceden hazırlanan bir altlık oldu.
İşgal polisi peşine düştüğünden ötürü özel yaşamı sekteye uğradığından sağlığı bozulmuş, ama asla mücadeleden geri kalmayıp iyimserliğini hep korumuştu. Geçirdiği kalp rahatsızlığından sonra canını sıkan tek şey büyük bir titizlikle yetiştirdiği dokuz yüz öğrencisinin Çanakkale’de ve Sarıkamış’ta şehit düşmeleriydi. Onların üzüntüsü dışında yaşama tutunmaya çalışıyordu. İkinci kalp krizi bile onun çalışma azmini durduramadı. Yattığı yerde elinde kağıt kalem hala yeni bir makale yazmaya gayret gösteriyordu. Ne var ki vücudu yorgun düştü, Kurtuluş Savaşı’nı ve zaferi göremeden bu dünyadan göçüp gitti.
Aynı zamanda Haldun Taner'in babasıdır.