Köylünün ya huyunu ya oyunu beğenmeyen yönetim, yeni yeşermeye başlayan yaşama isteğini besleyeceği yerde, aracı ilacı olmayan bu köylere sivri minareler dikmiş. Dine önem veriyor. Egemenler böyle istiyor. Din ile avutup sömürüsünü rahat sürdürecek.
... "Pekmez çok güzelmiş! Satın mı alırsınız?" diye sordu.
"Yok beyim! Kendi ürünümüz!" dedi Kır Abbas. "Kendi bağımızın üzümünden yani!"
(...)
Emin Sağlamer, "Hükümet mi yaptırdı?" diye sordu.
"Yoooo, kendimiz yaptık, kendimiz!"
"Bravoo!" dedi Emin Bey. "İşte böyle olacak iki gözüm! Köylüler artık uyanmalı! Birçok yerde bakıyorum, dolmuşlar kahveye, habire kağıt oynuyorlar! Su diyorsun yok! Bağ diyorsun yok! Bostan, sebze, meyve, hiçbiri yok! Peki niçin yapmıyorsunuz? Ses yok! Bekliyorlar hükümet yapıversin! "
Kaplumbağa almış başını gidiyor. Yılmamış.
Boynunu uzata uzata yürüyor. Deminden beri belki yirmi metre yol aldı. Yürüdükçe kendine güveni artıyor. Daha da kızışan sıcağı duymuyor. Yürüdükçe kurumuş otları kırıyor. Ardında oluk gibi bir iz açıyor. Kendini çıkardığı o ince çıtırtıya kaptırmış. Dalgın dalgın ilerliyor.
Kaplumbağalar iki taneydi. Onlar sıcaktan önce yola çıkmıştı. Yürümüş yürümüş, düzlüğün ucundan ortasına gelmiş, belki yüz metre "yol" almışlardı. Sonunda biri kesilip kalmıştı. Öteki geçip gitti. Hâlâ gidiyordu.
Dayanıklı, gayretli, yaşlı bir kaplumbağaydı. Kurumuş teknesinden boynunu uzata uzata yürüyor. Altında yanan toprağa, güneşe, ateşe katlanarak yürüyor. Sanki kıracın köşesine sıkışıp kalmış bir parça serinliği bulmaya gidiyor. Ya bulacak ya Tozak kırını bırakacak. Ucunda ölüm olsa yürüyecek, bu kuraktan, bu sıcaktan kurtulacak. Dünyanın bol otlu, gölgeli bir yerini mutlaka bulacak, serin bir yere varacaktı. Sabırla yürüyordu.