Yazmak, yaşanmış maddeye bir biçim (ifâde biçimi) dayatmak değildir kuşkusuz. Edebiyat, Gombrowicz'in söylediği ve yaptığı gibi, daha ziyade biçimsizden ya da tamamlanmamışlıktan yanadır. Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman oluş halinde olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış maddeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmışı boydan boya kateden bir Yaşam geçididir. Yazı oluştan ayrılamaz: Yazarken, kadın-olunur, hayvan ya da bitki-olunur, algılanamaz-olana dek molekül-olunur. Bu oluşlar, Le Clézio'nun bir romanındaki gibi, özel bir zincire göre birbirlerine bağlanırlar ya da Lovecraft'ın güçlü yapıtındaki gibi, bütün evreni oluşturan kapılar, eşikler ya da bölgelere uygun olarak, her düzeyde birarada varolurlar. Oluş aksi yönde gitmez, ve Erkek olunmaz, erkek kendini, bütün maddeye dayatılması kaçınılmaz olan egemen bir ifâde biçimi olarak ortaya koyduğu sürece böyledir bu, oysaki kadın, hayvan ya da molekül, kendi biçimselleşmelerinden kurtulan bir kaçış bileşenine her zaman sahiptir. Bir erkek olmanın utancından daha iyi bir yazma sebebi olabilir mi? Oluş halinde olan bir kadın da olsa, kadın-oluş durumundadır ve bu oluşun kendine kadın olarak bir paye çıkarabileceği bir halle ilgisi yoktur. Oluş bir biçime ulaşmak değildir (özdeşleşme, taklit, Mimesis), oluş, bir kadından, bir hayvandan veya bir molekülden ayırt edilemeyecek şekilde, yakınlık, ayırt edilemezlik, ya da farklılaşmama bölgesini bulmaktır.