Haz ve acıya dair duygularımızdan, sanki her birinin kendi has bir hikâyesi yokmuş, doğduğumuzdan beri hiç değişmemişler gibi bahsederiz çoğu zaman. Ve sıklıkla özellikle de memnuniyet verici duygularımızın çoğunda çocukça olan şeyleri fark edemeyiz. Gelgelelim yakından gözlersek, bugünkü hazlanmızm nicesinin geçmiş hazlarm hatıraları olduğunu görürüz! Sadece o anda hissettiklerimize indirgendiğinde, hatırlamaların kattıklarından soyulduğunda çoğu duygumuzdan geriye ne kadar az şey kalırdı! Hatta belki de, belli bir yaştan sonra yeni ve taze sevinçlere sağır hale geliyoruz ve yetişkin insanın en tatlı zevkleri, belki de çocukluktaki duyumsayışların yeniden uyanışmdan, gittikçe uzaklaşan
bir geçmişin gitgide cılızlaşan esintilerle taşıyıp getirdiği hafif bir meltemden ibaret kalıyor kimbilir?
Belki de bir kusur önemsiz olduğu için bizi güldürmüyordur da güldürdüğü için bize önemsiz görünüyordur, nitekim hiçbir şey bizi gülme kadar yumuşatamaz.
Kimileri daha çok, kendi içlerine kapanırlar; bir duyguyu dışarıya vurduran bir sürü etkinin altında, bireysel bir ruhsal durumu anlatan, kapsayan beylik ve toplumsal sözcüğün ardında yalnızca gerçek duyguyu, yalın ve arı ruhsal durumu aramaya çıkarlar; üstelik bizi aynı çabayı kendi üstümüzde denemeye zorlamak amacıyla, görecekleri şeylerin içinden bir şeyi bize göstermeye çalışırlar; bir araya gelip de özgün bir yaşamla canlanan sözcüklerin uyumlu düzenlemeleriyle bize dilin anlatamayacağı şeyleri söyler ya da daha doğrusu, esinlerler.
Düşünce; konuşmanın başından sonuna kadar büyüyen, filizlenen, çiçek açan, olgunlaşan bir şeydir. Asla duraklamaz, asla kendini tekrar etmez. Her an değişmek zorundadır çünkü değişimin durması, hayatın durması demektir.