Öyle midir ama, öfke, belirsiz bir eşik gibi, takılır insanın ayağına, zamanla. Aşikar bir tuzağa dönüşür. Cenk için aslolan sessizliktir,bunu anlıyorum şimdi.
Babamdaki acımasızlığın kendi kendini büyüttüğünü gördüm. Nasıl tuhaf bir şeydi, nasıl açıklamalı bunu, söz ne yetersiz. Kendi kendini yiyordu acımasızlığı babamın. Ve büyüyordu. Çoğalıyordu adeta, kendi etiyle.
Seninle birlikte yürüyen acı,sana eşlik eden, senin yüzünde belirip çoğalan acı, başkalarına nasıl da sezdiriyor kendini. Sarf edilen bir söz, yıllar sonra da olsa, nasıl oturuyor yerine. Kurumla.
Ne tuhaf. Bir yalanı -aşikâr bir yalanı- iki kişinin, üç kişinin, dahası, bir köyün konuşması. Dahası, yalanın dallanıp budaklanması. Öyle ya, yalana bir cümle eklemekten daha zevkli ne olabilir.
“Kimi zaman” diyorum, “sokağa çıkar çıkmaz yıpranmaya başladığımı düşünüyorum. Sokağa mecburum, ama korkuyorum da ondan.”
“Aslında” diyorsun, “sokaktan değil, yıpranmış, sevgisiz ilişkilerden korkuyorsun sen. Seni yıpratan... biraz da yorgunluk tabii. Alışsan artık.”
“Deli misin” diyorum. “Alışmayacaksın. Alıştın mı fena. Alışmadığımız için yaşıyoruz ya.”