Georges Simenon, çeşitli takma isimler altında popüler romanlar yayımladıktan sonra polisiye tarzda yazmaya başladı, bunun ilk örneği olan Pietr-le-Letton (Letonyalı Pietr, 1930) ünlü Komiser Maigret dönemini de açmış oldu. Böylece başlayan dillere destan verimlilikteki edebi kariyerinde, eşi benzeri olmayan bir çabuklukla yazdığı kısa ve etkileyici romanları birbirini izledi.
İster polisiye bir olayın etrafında gelişen ve genellikle sıradan insanların işlendiği; kusurlu, suçlu, yasadışı da olsalar onları yargılamaktan kaçınan, onlarla şeyler arasındaki ilişkileri daha iyi kavramak için onların mekânında onlarla birlikte yaşayan Komiser Maigret dizisindeki eserlerinde olsun, ister çeşitli çevreleri, durumları, karakterleri incelediği psikolojik romanlarında olsun, Simenon, insan gerçeğini, gündelik hayattaki trajediyi her türlü yapaylıktan uzak, sade bir stille kaleme almakta ve atmosfer yaratmakta son derece ustadır.
Gilbert Sigaux, "O betimler ve işaret eder; belirginleştirir, fakat kendini arka planda tutar. Ancak soru sormak için öne çıkar. Fakat dikkatsiz okurların yakın zamana kadar zannettiklerinin aksine bu soru, 'katil kim' sorusu değildir. Soru, 'nereye gidiyoruz' sorusudur" diye tanımlıyor, Simenon'u. İnsanca halleriyle, günün birinde kaçak ya da suçlu durumuna düşmeyi akıllarına getirmeyen insanlar ve onlara karşı Maigret'nin, Simenon'un takındığı hep aynı tutum: Anlamak ama yargılamamak. Simenon, 1932'de yazdığı Ormandaki Deli'de, psikopat bir katille, babasını korumak için önce hastanenin bir bölümünü yakan ve yıllar sonra, yaşlı adamın hâlâ bir psikopat olduğunu ve kadınları öldürmeye devam ettiğini öğrenince onu öldüren doktoru anlatır.