“Kimsin, neyin nesisin?” diye sordum.
Uzaklara dalıp gitti. Kalbindeki o derin acının sebebini anlayamıyordum.
“İçinde bir yerde boşluklar var. Şarap da içmezsen, nasıl dolduracaksın o boşlukları?” dedim.
“Şaraba ne hâcet efendimiz? İnsan acıdan yaratılmış bir mahlûk; rüzgâr estikçe titreyip kanar. Kanadıkça susar, susadıkça dolar, doldukça boşalır. Gece şaraptır, mehtap şaraptır, yıldızlar mezedir. Bizi biraz da İstanbul içirir. Ama ben İstanbul'u içerim, yıldızlarla beraber.”
“Oy dinine yandığım, oy mezhebine kurban olduğum, oy bal dudaklarından şerbetler akan çocuk! Demek 'Bizi İstanbul içirir.' Ulan ben de bu şehir niye sarhoş olmuş diye düşünür dururdum. Ben kendim şarabım, diyorsun yani?”
“Benim adım şarap değil efendim, benim adım bal.”
... “Validem klasik batı müziği dinlemeyi severdi. O bir zevktir; onu bilmek gerekir. Onu bilmeden bunun kıymetini anlamak müşküldür. Çünkü nasıl söyleyeyim, bugün biz saray terbiyesi alamıyoruz. Bu havayı teneffüs etmemiz de güçleşiyor. Bir divanın üzerine oturmuş, çinili bir salonda, sessiz bir şehrin içinde, beste yapan bir adamın ruhunu bizim gibi otomobil egzozu solumuş olanların anlaması güçtür. Ben bu yüzden Münir Nurettin Selçuk'u, Selahaddin Pınar'ı, Saadetttin Kaynak'ı beğenmem.
.... “Onların eserlerinde, sokaklarında otomobillerin dolaştığı bir İstanbul var. Hâlbuki Dede Efendi ne kadar temizdir, fabrika artıkları değmemiş bir nehir kadar temizdir. Fakat bu zevke varabilmek için klasik batı mûsikîsini de bilmek gerekir. Yani sonsuzla meselesi olan bir sanat eserinin ne olduğunu bilmek için... Batı medeniyeti böyledir