Yazarının ifadesiyle; “Bu bir roman değil, bir vakayiname hiç değil… Savaş ve Barış, yazarın tam da dile getirdiği biçimde dile getirmek istediği ve yapabildiği bir şey!”
Yine şöyle diyor yazar; “Eğer eserimin bir hedefi varsa, bunun eserin her kısmında kesintiye uğramayıp süreceğini ve bu özelliği sayesinde roman adını almayacağını sanıyorum. Bu özellik sayesinde, bu eserin ayrı ayrı kısımlar halinde yayımlanabileceğini, bunun sonucunda konusunun dağılmayacağını ve okuru sonraki kısımları okumaya mecbur bırakmayacağını varsayıyorum. İlkini okumadan ikinci kısım okunamayacak, ama ilk kısmı okuduktan sonra, ikincisini okumamak mümkün olacak.”
Korkutucu boyutlardaki eserin ilk kısmını okurken, itiraf etmeliyim ki; bunaldım… Lakin gerek üstadın kimliğine, gerekse de olağanüstü gayretine saygı gereği şikâyet etmeye utandım… Uzun diyaloglar ve en ince detayın bile atlanmadığı tasvirler böyle düşünmeme sebep olsa da, birincisini tamamladıktan hemen sonra ikincisine başlamak için korkunç bir istek duydum…
Gerek Avrupa’yı kasıp kavuran Napolyon savaşları, gerek Çarlık Rusya’sının 19. yüzyıla damga vuran tarihi serüveni, gerekse de Rus aristokrasisinin görkemli yaşamları, aşkları ve entrikaları ile sınıflı bir toplum düzeninin tam anlamıyla anlaşılması bakımından okunulması gereken bir eserle ve edebiyat çevrelerinin tam anlamıyla “dahi” diye nitelendirdikleri bir yazarla buluşmak adına muhteşem bir deneyim diyebiliriz, Savaş ve barış için…
Gerçi Tolstoy’u bilen bilir… Hem ilginç yaşamı, hem fikirleri, hem de varmak istediği menzil açısından istisnai bir dahi…
Okumak için; Tolstoy imzası yeterli bence…