Tarık Buğra'nın bu ilk romanında çaresizlik, yoksulluk ve imkansızlıklarla dolu aşk hikayeleri ile özgürlükler uğruna feda edilen yaşamların hikayelerini okudum.
Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Roma'da Siyah Kehribar adlı bir barda başlayan olaylar, ikinci bölümde ölümler, tercihler ve kaçışlarla son buluyor.
Dönem ve olaylar net bir şekilde belirtilmese de İtalya'da Mussolini'nin iktidarda olduğu dönemin yaşandığını anlıyoruz. Bu yönetimin ülkeye getirdiği işsizliği, halkta yarattığı ümitsizliği, özgürlüklerin kısıtlanmasını, baskı ve yoksulluğun insanların hayallerini, geleceğe dair ümitlerini nasıl yıktığını, onlara ruhlarının ve bedenlerinin kabul edemediği işleri nasıl yaptırdığını Fernando & Sophia'nın ilişkisinde, baba-oğul Leonardo & Barbario'nun çalıştıkları işte, Melina'nın kaçışında, Gizo ve İvet'in intiharlarında görüyoruz.
Tarık Buğra'dan okuduğum ilk eserdi. Tıpkı bir gazeteci gibi olayları objektif bir şekilde hikayelendirmesi ilginçti. İnsanı ve toplumları uzun süre derinden etkileyen düşünce ve yönetim biçimlerinin, hatta belki de sayısız insanın ölümüne sebep olan dönemlerin bu derece soğukkanlılıkla, tarafsızca ifade edilmesi nadir rastladığım bir anlatım biçimiydi.