Devletin kenar kısmında, hattâ dışadönük bir başkente karşı 1923'te Ankara lehindeki savlar arasında yer alan içerden Anadolu'yu geliştirme gerekliliğinin dile getirildiğini hatırlarız. Ankara, lehtarlarının hayal ettiği medeniyet, yenilik ve modernleşmenin ışıltılı merkezi oldu mu? Derin Türkiye için kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi bir "dönüşüm operatörü" oldu mu? Birkaç sözcükle bunu söylemek imkânsızdır. Siyasi-idari düzlemi bir kenara bırakırsak şehircilik düzleminde sadece buna olumlu cevap verebiliriz. Bu düzeyde Ankara Türkiye'nin geri kalanının takip ettiği bir model olmuştur. Başka bir deyişle, yabancı referanslar - "Batılılaşma" cazibesi - ile milli seçenek arasında gidip gelen Türk şehirciliği Ankara'da oluştu.
1919'ların sonunda mütevazı bir Anadolu kasabası/idare merkezi olan Ankara üç dört yıl içinde Kurtuluş Savaşı'ndan kaynaklı olaylara bağlı büyük çalkantılara tanık olmuştur. Savaş son bulduğunda şehir, şekillenmekte olan bir devletin, parçalanmış Osmanlı İmparatorluğu'nun (topraksal olarak) çok küçülmüş bir hali olan Türkiye Cumhuriyeti'nin başkentliğine terfi etmiştir. Ankara'nın kaderi, eski düzenin nefret edilesi simgesi haline gelen İstanbul'dan uzak bu şehre yerleşen doğmakta olan bir devletin kaderine artık bağlıdır. Hiçbir şey kesinleşmiş değildi; belirsizlikler ve coşkular ortamında her şey inşa edilmeyi bekliyordu.
Aşağıdaki karikatür, Jean François Perouse'un "Angora'dan Ankara'ya: Bir Başkentin Doğuşu (1919-1950) kitabın 144. sayfasından alıntılanmıştır. Söz konusu kitabın 18/04/1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinden aldığı bu karikatürün altında şöyle yazmaktadır:
" Devlet ana ile aç çocukları:
İstanbul: - Karnım aç!.. Anne, karnım aç!..
Devlet Ana: - Bekle.. Ankara Kardeşin emsin de sana süt olsun!... (Çizen: Ramiz Gökçe / Akbaba - 1923)
Bu karikatürü gerekli şekilde irdeleyip anlayabilirsek gözü doymazlığın insanlığı, ülkeleri ve özellikle de Başkentleri nasıl yozlaştırdığını daha iyi anlayabiliriz. Tabi iş işten geçmezse!