Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Profil
Dersim İsyanı
Dersim isyanının lideri Seyit Rıza’ydı. Saygın hatunu Besê de gerilla savaşında bir birliğe komuta ediyordu. Hemen her gün İs­tanbul basınında Besê adice saldırılara uğruyordu. Bu saldırılar beni çok üzüyordu. Olay karşısında delikanlıca tepkiler gösteri­yordum. Arkadaşlarım bunun farkındaydı. Yarı şaka yarı ciddi bana, “Bese’nin torunu” diyorlardı. Yine bir gün derste, “Bese’nin torunu” yazılı kağıdı arkama iliştirmiş ve hoca dersten çıkınca, kahkahalar atarak benimle alay etmişlerdi. Bir gece de, sınıf mü­messili olduğum gece mütalaasına girdiğimde sekiz on arkada­şım hep bir ağızdan tempo tutarak, “Bese’yi ...m” diye bağırmaya başladılar. Ben de öğretmen kürsüsüne çıkarak “Zübeyde’yi ...m” diye tempo tuttum. Olayı şaka diye bıraktık. Ama aramızda bu­lunan Adana Kuruköprü Karakolu komiserinin oğlu Kenan, he­men gidip hadiseyi babasına anlatmış. Daha sonra bir polis ekibi okula gelip beni emniyet merkezine götürdü. Orada on beş gün gözaltında tutuldum. Bu benim ilk gözaltım olacaktı....
MIT’in benimle ilgili bir raporunda deniyor ki, “Musa Anter’in İstanbul’daki evi, bir nevi Kürdistan Büyükelçiliğidir.” O kadar değil, ama dertli Kürtler etrafımda toplanırlardı. Hani Ankara için derler ya “Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara.” Benimki de öyle idi. Ve daha da ko­yu idi. Çünkü zaten tüm Kürtlerin bahtı karadır.
Reklam
Adana’dan, arkadaşlarımın uğurlamasıyla trene binerek iki gün süren bir yolculuk sonunda Haydarpaşa’ya vardım. Vay babam!... Köyden Adana’ya gelişime benzer bir hayret içindeydim. Haydar­ paşa Garı, iskele, deniz ve vapur ilk gördüğüm şeyler oldu. Bin­diğim vapur, Karaköy’deki iskeleye yanaştı. Tüm eşyam; yerden zar zor kaldırdığım kitap dolu iki tahta bavul, bir-iki parça çama­şır ve Ayşe’nin kendi eliyle ördüğü bir kazaktı. Vapurun iskeleye yanaşmasıyla, bir sürü hamal hücum etmeye başladı. Ben, “ha” demeye kalmadan, bir hamal iki bavulumu elimden kaptı. Ben de acemice hamalı takip etmeye başladım. Ben ona değil, o bana ku­manda ediyordu. “Nereye gideceksin?” dedi. “Sirkeci’ye, otele gi­deceğim” dedim. Köprüyü geçtik. O vakit Eminönü meydanı yoktu. Tranvayın geçebileceği kadar bir yol vardı, o kadar. Hamal bana, “Di gel ulan” diyeceğine, “De were kuro” diye seslendi. Ağzından kaçmıştı. Anladım ki Kürttür. Biraz rahatlamıştım. “Ma tu ji ku yî brako” dedim. “Ez ji Poturge me” (Pötürgeliyim) de­di.
Adana Lisesi’nde bir kalpazanlık, yani para basma olayımı da anlatmadan geçemeyeceğim. Lisemiz ile şehir merkezi arasında yaklaşık iki kilometrelik bir uzaklık vardı. Bin kadar gündüzlü arkadaşımız öğle zamanı olduğunda bisikletle, faytonlarla veya yaya olarak yemeğe gider gelirlerdi. Bir gün şöyle düşündüm: Eğer öğlen yemeği için ekmek ve kuru
Atatürk, Maarif Vekili Necati Bey 29-30’larda ölünce çok üzül­müş. Akşam içki masasında, Niğdeli Abidin Özmen de varmış. Atatürk demiş ki, “Abidin, sen Maarif Vekili olacaksın.” Abidin Özmen safiyane bir şekilde, “Ama Paşam, ben yapamam” diye ce­vap verince, üzgün olan Atatürk, “Yaparsın, yaparsın eşek herif; niye yapamayasın?” diye çıkışmış. Abidin Özmen o vakit Maarif Vekili oldu. İşte, bu eşek herif, hatırladığım kadarıyla, ben ilko­kul üçüncü veya dördüncü sınıftayken bir karar aldı, peşpeşe imtihanlar koydu; ilk ve orta tahsilde ne kadar talebe varsa hep­sini geçirdi.
Bazı Kürt Şahsiyetleri
Osmanlılar devrinde 1908’den 1920’lere kadar İstanbul da bi­rçok Kürt cemiyeti kurulduğunu ve cemiyetlerin birkaç dergi çıkardıklarını duymuştuk. Ama esasta hiçbir bilgimiz yoktu. Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Hevî Cemiyeti, Kürt Talebe Heyî Ce­miyeti ve Kürt Kadınlar Cemiyeti gibi. Bir de, bu tarihler arasında Kürdistan, Roja Kurd, Hetewa Kurd ve Jîn dergileri çıkmıştır. Bu dergilerde çok değerli Kürt şair ve yazarlarının yazı yazdıklarını duymuştuk. Ayrıca, o zamana kadar el yazma olan “Dîwana Cizî- rî” ve büyük şair Ehmedi Xanî’nin “Mem û Zin” ve “Nûbara Biçûka” adlı eserleri basılmıştı. Yine, Yusuf Ziyaeddin Paşa Elxalid’in de, “Hediyetul Hamidiye fi Lugatul Kürdiye” adlı Arapça izahlı Kürtçe grameri ile Kürtçe-Arapça bir sözlük basılmıştı. İşte bütün bu eserleri bulup bir araya getirmek ve yazarlarını ta­nıtmak istiyorduk. Gerçi bu yazar ve müteşebbislerin çoğu ya idam edilmiş veya yurt dışına kaçmışlardı. Ancak, İstanbul’da köşe bucakta üç-beş kişinin kaldığını duymuştum. Bunlar, Sulta­nahmet Camii başimamı Şeyh Şefik Arvasi, Profesör Şükrü Ba­ban, Halil Hayali Modan, Bedirxan Paşa’nın hayatta kalmış tek oğlu Murat Bey, Profesör Mehmet Mihri Hilav ve sonradan ka­yınpederim olacak Abdurrahim Rahmi Zapsu idiler.
Reklam
Sünnetçilerin sünnet ettikten sonra kullandıkları ilaçlar, Kürdistan dağlarında yetişen bir ottan yapılıyordu. O otu, Tıllo şeyh­leri kimseye söylemezlerdi. Üç-beş gün sonra, hiçbir iltihap yap­madan yaram kapandı ve çocuklar arasında oynamaya başladım. Otuz sene sonra Tîllo’ya gittiğimde o otu sordum. Kirvem Şeyh Tahir’in torunu bu ottan bir avuç verdi. Fakat daha sonra, 1959 tutukluluğumda otu kaybettim. İsterim ki, Kürt gençleri Tîllo’ya gidip bu otu incelesinler ve dağlarında doğal olarak yetişen bu ve benzeri kıymetli otlan, birçok yan tesiri olan elin penisilinine ve antibiyotiğine tercih etsinler!.
Ka Nehat
İlkokul yıllarımın acı hatıralarından biri de, felçli babamın ölümüdür. İlk tatilde evimize döndüğümde babamı göremedim. Sorduğumda, kem küm ederek, doktora gittiğini söylediler. Daha sonra Adığ’dan babamın halası Nure geldi, ağlamaya başladı. Böylece babamın vefat ettiğini öğrenmiş oldum. Hemen mezarlı­ğa koşarak mezarını kucakladım. Hâlâ o günkü acıyı yaşıyorum. Ne acıdır ki, 1963’te ben tutuklu iken annem de vefat etmişti. Son nefesine kadar beni görmek istemiş, “Ka nehat, ka nehat?” (Hani gelmedi, hani gelmedi) diye diye son nefesini vermişti.
Eskiden lisede üç yıl ve üniversitede de iki yıl, ders yılı sonun­ da tam teçhizatla yirmi gün boyunca piyade askerlik kampı yapı­lırdı. 1941 ders yılı, üniversite kampını Pendik’te yaptık. Pendik, o vakit küçük bir muhacir köyü idi. Tüm etrafı, Rumlardan kal­ma zeytin ormanları ile kaplıydı. Kampa gittiğimiz gün, kamp komutanı binbaşı bizi topladı ve karargah dahilinde defi hacet, yani büyük abdest yapmamamızı tembihledi. Arkadaşlar arasın­da, binbaşının adı, bu olaydan sonra Defi Hacet oldu. Adam bu­nu duydu, önleyemedi. Hasta oldu, bir hafta sonra da gitti.
Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. Hat­ta tabir caiz ise, imparatorluğu teşkil eden milletlerin en saygın olmayanı Türklerdi. Dini bakımdan da biraz Yahudi varsa da çoğunluğu çeşitli mezheplerden olan Hıristiyan milletler tek tek Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldılar. Yunanlılar ve Bulgarlar gibi. Her ne kadar Müslümanlar içinde ve Avrupa’dan uzak yer­lerde Ermenistan gibi bazı gayrimüslim gruplar kaldılarsa da, bunlar da için için kaynıyorlardı. 20. yüzyıl gelince, bu milli ay­rılık şuuru Müslümanlara da sıçradı; Amavutlar, Araplar ve Türkler. Türk diyorum, belki biraz tuhaf kaçacak ama Genç Türklerin ve sonra da bazı Türk partilerinin hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dışında milli bir Türk devleti kurmaktı. Orta­lıkta, kala kala Kürtler kaldı. Haliyle Kürtler de kendilerine bir çare bulup, vatanlarını korumak düşüncesine girdiler. Kürtlerin telaşı daha büyüktü. Çünkü Suriye ve Irak Araplarının ve Türki­ye’de Türklerin üzerinde yaşadıkları topraklar bunların anava­tanları değildi. Ama Kürtlerin yaşadığı topraklar, başlangıcı bilin­meyen onbinlerce yıldan beri anavatanları idi ve Kürdistan’dı.
56 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.