Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Profil
Abdurrahim Rahmi Zapsu ve Halil Hayali Modan (Motkî)
Rahmi Zapsu, şair ve yazardı. Hemen hemen o dönemde çıkan tüm dergilerde çokça milli ve dini şiir ve yazıları vardır. Hatta öyle ki, Jîn’de “Memê Alan” adlı, mitolojik ve milli Kürt edebiyatından esinlenerek iki perdelik bir piyes de yaz­mıştır. Ayrıca, İstanbul’da Doktor Abdullah Cevdet, Aziz Baban ve Ziya Gökalp’le, Sultan Mahmud türbesinin
O olaydan kasıt sınıftaki karşılıklı küfürleşmedir
Okula geldiğimde, o olayda yer almış dokuz arkadaşım, o za­manki adıyla mecburi tasdikname verilerek okuldan uzaklaştırıl­mıştı. Ben olayı kapandı zannediyordum. Aradan iki ay geçmişti. Bir gece müdür odasına çağrıldım. Gittiğimde, yabancı bir adam oturuyordu. Meğer Adana Başsavcısıymış. Bir kağıt çıkarıp oku­du, bana imza ettirdi. Atatürk’e davacı olup olmadığını sormuş­lar, davacı olmadığını söylemiş. Savcı, “Bak oğlum Atatürk seni affetmiş. Bir daha böyle bir çocukluk yapma” diye tembihte bu- lundü. Savcıya soğukça teşekkür ettim ve Müdür Bey’in elini öperek oradan ayrıldım.
Reklam
Ey Şehînşahê Muazzam kasidesi
Kasidenin tümünü bir mektupla Molla Gorani’ye Şeyh Ehmed gönderiyor. Goranî de bunu Sultan Fatih’e tercüme ediyor. Fa­tih’in çok hoşuna gidiyor ve Cizîrî’yi İstanbul’a davet ediyor. Fakat Cizîrî, teşekkürle, kendi vatanından ayrılmak istemedi­ğini bildiriyor. Bunun üzerine Fatih onyedi bin gümüş akçeyi Cizre’ye gönderiyor. Şeyh Ehmed de, o parayla bugün türbesinin bodrumunda olduğu Cizre’deki cami ve medreseyi inşa ediyor. İşte, Kürtçede bir Osmanlı padişahının nasıl övüldüğünü bu­gün Kürtçeyi yasak eden canavarlar okusunlar da utansınlar. İsterim ki, ben de Kürtçe yazdım diye cezalandırılayım ve böyle- ce vahşetleri büsbütün insanlığa açıklansın!
Yıllar yılları takip etti, devir değişti, halk değişti: “Dinya bû hikûmet, Kurmancî rabû.” (Dünya hükümet oldu, Kürtlük kalktı.) Artık Cumhuriyet teşkilatlanıyordu. Yeni nahiye, kaza ve vila­yetler kuruluyordu. Köylere serbestçe jandarma, tahsildar ve di­ğer memurlar gelebiliyordu. Üstelik bu sefer de, daha önce gire­medikleri yerlere zulüm yapıyorlardı. Köy bizimdi, babam yoktu ve ailede köyü temsil edecek erkek de olmadığından, annem kö­yün muhtarlığını da yapıyordu. Ama ne köyde, ne de bölgede tek kelime Türkçe bilen adam vardı. Tahsildarlar yerli oldukları için onlarla anlaşmak kolaydı. Fakat jandarma gelince felaket başlar­dı. Ne istediklerini bir türlü anlayamıyorduk; tavuk mu, yumur­ta mı, kuzu mu, para mı veya karakolları için odun mu istiyorlar­dı, bilemiyorduk. Bilmeyince de köylü dayak ve küfür yiyordu. İstedikleri her şeyi vermeye razıydık ve adet böyleydi; hükümet budur zannediyorduk. Ama bu dil meselesi bizi perişan ediyor­du. Hele annem mahvoluyordu. Sırf jandarmanın ne istediğini anlamak için beni okula gönderip Türkçe öğrenmemi istiyordu.
Mehmet mihri hilav
Hem eski İlahiyat Fakültesi profesörü, hem de avukattı. Dina­mik, alim, avcı, şerefli bir Kürttü. Süleymaniye Kürdü idi, ama Kurmanciyi de güzel biliyordu. Zaten Mehmet Mihri’nin bilmediği dil yoktu sanki. Arapça, Farsça, Türkçe, Fransızca ve Kürtçenin tüm lehçe ve şivelerine hakimdi. Dicle Kaynağı’nı çıkar­dığımda bana yedi tane yazı verdi. 1957 yılında vefatına kadar Irak’ta çıkan Jîn dergisine de muntazaman yazı gönderiyordu. Mehmet Mihri Bey, aynı zamanda avukatımdı da. Fırat Talebe Yurdu’nun aleyhine açılan bir tahliye davasında, mahkemedeki babacan ve insani tutumuyla hakimi etkilemiş ve davayı kazan­mıştı. Müdafaası, aşağı yukarı şöyleydi: “Hakim Bey, bu çocuğun ne kadar insansever olduğunu bilemezsiniz. Yüzlerce fakir fuka­ ra bu yurtta yetişmiş ve halen de yetişmektedir. Şimdi bu çocuk­ların yurdunu ve yuvasını dağıtıp, binayı bu parababalarına mı teslim edeceksiniz? Sizin vicdanınıza bırakıyorum..” Hakim düşünmüş ve Mihri Bey’in insanlığına iştirak etmişti. Parababası, Bursalı fabrikatör İbrahim Yörük ve onun avukatı Yahudi köken­ li meşhur Reşat Atabek pis pis mahkemeden ayrılmışlardı.
Kürtlerin yılbaşısı, Miladi 1 Ocak’tan on üç gün sonradır. Bu, tüm kırsal bölgelerde böyle kutlanırdı ve hâlâ da kutlanmaktadır. Kürtlerin asıl yılbaşısı olan Newroz (yeni gün) daha ziyade bir kurtuluş bayramı olarak kabul edilir. Mitolojik Kürt kahramanı Kawa’nın zulme başkaldırışının ve zalim Sami Dehhak’ın boyun­duruğundan Kürtleri kurtarmasının sembolü olarak kutlanır. Es­ki tarihlerde Kürtler, Newroz’u yılbaşında, Kawa’nın kurtuluş bayramını da 31 Ağustos’ta kutlarlardı. Sonra 31 Ağustos’tan vaz­geçilmiş. Şimdi, eski hesapla 8, yeni hesapla 21 Mart gecesi kut­lanıyor. Tüm Arap, Bizans, Ermeni ve Fars kaynaklarında, “İdi Kürd”, yani Kürt bayramı denmektedir. Bugün Ortadoğu’da Türk, Arap ve Farsların Newroz’dan nefretleri buradan kaynak­lanmaktadır.
Reklam
Modern bir uygarlık böyle mi kurulur?
Bütün bunları bir insan düşmanlığı, kini, hatta Muhammed’in dininde olduğu gibi bir kısası çağrıştırmak için değil, sırf gelecek insan nesilleri bu tür olaylardan nefret edip bir daha böylesine canavarca hareketlerde bulunmasınlar diye yazıyorum. Aynı üs­teğmen, utanmadan ve kendisinin de bir kadından olduğunu dü­şünmeden, on iki-on üç yaşında Dersimli masum bir Kürt kızının birçok subay tarafından ırzına geçildiğini ve kızımızı o şekilde şehit ettiklerini de anlattı. Kimbilir, belki o subaylardan seneler­ce Kürdistan’a ordu ve kolordu komutanları atandı.
Hatay Ve Dersîm Meselesi
Adana’da bulunduğum sıralarda beni etkileyen iki büyük siya­si olay geçti. Biri Hatay meselesi, diğeri Dersim isyanıdır. O vakit, Suriye Fransızların müstemlekesiydi. Ancak bu müs­temleke, Fransa’nın diğer müstemlekelerine benzemiyordu. Çünkü Birinci Dünya Harbinden sonra Suriye Osmanlı Imparatorluğu’ndan koparılınca, o zamanki Cemiyeti Akvam, yani Mil­letler Cemiyeti idaresince, yirmi yıl müddetle ve emaneten Fransızlara verilmişti. Buna Antakya ve İskenderun da dahildi. Fran­sızların bu müddeti 1938 yılında bitmek üzereydi. Rivayet olu­nur ki, Fransızlar bazı dostluk avantajları karşılığında Türkiye’ye göz kırpmış. Bunu doğrularcasına Türkiye de, “Hatay bizimdir” diye tutturmuştu. O güne kadar hiçbir tarihte ve halk arasında buraya Hatay denmemiştir. Aynen, “Kürtler Türktür” mantığı ile buradaki Araplara da, “Siz Türksünüz, Orta Asya’da Moğolistan bölgesinde Hatay diye bir yer var, siz buradan gelmişsiniz” deni­yordu. Tabii buradaki Fellahlar, bu söylenenden birşey anlamı­yorlardı.
“Yine geniş bir sahada manevra yapıyorduk. Binlerce Kürdü mağalardan, in ve oyuklardan topladık. Komutanımız, bunları öldürmek için oldukça çok mermi harcanacağını, bunun yerine hepsini Munzur Çayı’na atıp boğmamızı emretti. Topladığımız Kürtleri Munzur Köprüsü’nün arkasına götürdük. O noktada Munzur suyu derinleşip vahşileşiyordu. Bunları götürüp oradan nehre sürdük. Girenler giriyordu, girmeyenleri sürükleyip nehre atıyorduk. “Bir aralık can havli ile birbirlerine öylesine tutundular ki, köprünün gözlerini tıkadılar. Ben aradaki uzun meşe ağaçların­dan birkaç sırık kestirdim. Erlere, bunlarla onlara vurmalarını ve böylece köprünün gözlerinden aşağıya yuvarlamalarını emret­tim. Zaten köprünün altına her ihtimale karşı silahlı askerler yer­leştirmiştim, yüzüp kurtulmak isteyenleri vuruyorlardı.”
Şeyh Said hadisesinde, yani 1925’te, ta Lice, Dicle, Kulp ve Diyarbekir etrafında malını, kocasını, çoluk çocuğunu yitirmiş ba­şıboş, yani o hadisenin birçok Kürt kaçak muhaciri köyümüzün doğal mağaralarında barınıyorlardı. Annem ve diğer köylüler bunları besliyordu. İçlerinde Xeco adında bir yaşlı teyze vardı. İki oğlunu, kocasını ve iki damadını Şeyh Said olayında kaybetmiş­ti. Onun, gerek görgü şahidi olduğu olayı ve gerekse aile felake­tini yanık bir sesle, gözyaşları içinde bir anlatışı vardı ki, bu olay altmış beş sene öncedir ama hâlâ etkisinden kurtulmuş değilim.
56 öğeden 31 ile 40 arasındakiler gösteriliyor.