Biraz, hiçbir yere gitmiyormuşum ve gidecek yerim yokmuş gibi hissediyordum kendimi. Bazı anlarda trende olduğum duygusunu bile yitiriyordum. Camdan, önümden geçen tarlalara ormanlara, nehirlere, tepelere, vadilere, binalara, vagonlara, atlara, ineklere, insanlara bakıyordum; hepsi monoton bir griliğe karışıp kayboluyordu ve sadece telgraf telleri yol boyunca griliğe bir ritim verecek şekilde inip çıkıyor, burasının yaşayan bir dünya olduğunu gösteriyordu. Kendimi, tamamen kendimin dışında hissediyordum. Kendinin dışında olmak imkânsız mı diyorsunuz? Fakat bir insan, sadece bir an olsun, kendinden sıyrılamaz mı? Ne için mi? O zaman nerede mi olacak? Onu bilemem. Ama belki de haklısınız.
Geçmişe ne kadar güçlü bir biçimde bağlı olduğumuzu hiç düşündünüz mü?Kendimizinkine olması da şart değil. Ayrıca bizim geçmişimiz nedir ki? Sınırları nerededir? Tanımlanmamış özlem gibidir ama neye özlem? Asla olmayan ama yine de geçmişte kalan bir şeye, değil mi? Geçmiş sadece bizim hayal gücümüzdür ve hayal gücünün hem özleme gereksinimi vardır hem de ondan beslenir. Geçmişin, beyefendiciğim, insanlar aksini düşünse de, zamanla bir ilgisi yoktur. Üstelik zaman nedir ki? Zaman gibi bir şey takvimlerin ve saatlerin dışında mevcut mudur? Biz kendimizi tüketiriz. İşte hepsi bundan ibaret. Etrafımızdaki her şey gibi. Yaşam enerjidir, hayatta kalmak değil, enerji tükenir. Geçmişe gelince, sürekli onu yeniden yaptığımızdan hiç gitmez. Onu, hafızamızı belirleyen, özelliklerini veren, seçimlerini dikte eden hayal gücümüz yaratır, tersi değil. Hafıza, hayal gücümüzün bir işlevinden başka bir şey değildir. Hayal gücü, gerçekten nerede yaşadığımızdan emin olabildiğimiz ve kendimizi bağlı hissettiğimiz tek yerdir. Ölmek de öyle, aynı zamanda onun içinde ölürüz. Önceden ölenlerle ve karşılığında ölmemize yardım edenlerle birlikte.