Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Evet Kur'ân, Güneş'ten Güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem, Güneş'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki, Güneş'in vazifesinden bahsediyor ki; sanat-ı Rabbâniyenin intizamına bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki sanat-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Kur’an
Ve insana, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir...
Reklam
Şu sûrenin başında kıyamet gününü isbat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maişet; Güneş'i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez."
Aynen öyle de: Padişah-ı bîmisâl, kavm-i Nûh'un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor : "Ey arz! Suyunu yut. Ey semâ! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhî'nin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zâlimler cezalarını buldular." İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki mutî' asker gibi emir dinler, itaat ederler." diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki mutî asker gibi emirlerine bakan bir Zât'a isyan edilmez, edilmemeli..." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hadise-i umûmiyeyi bütün netâiciyle, hakaikıyle birkaç cümlede îcazlı, i'cazlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
İşte ekseriyetle üslûb-u Kur'ân'ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzen bir bedevî Arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ -Artık emrolunduğun şeyi açıkla-(Hicr Suresi:94.)kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok" dedi, "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'ân, kulûbe kût ve gıda; ve ukûle kuvvet ve gınâ; ve ruha mâ ve ziya; ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur'ân, hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Kulub:kalp Ukul:akıl Kût:gıda Gınâ:zenginlik Mâ: su Nufus: nefsler,canlar Fesahat:Açık, düzgün ve güzel söz söyleme Taravet:tazelik Hâlâvet:şirinlik, güzellik
Reklam
Amma ifhâm ve tâlimdeki beyânât-ı Kur'âniye o kadar hârikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatı onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, çok hakaik-ı gàmızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir surette basîtane ve zâhirane söylüyor...
Elhâsıl: Nasıl "Elhamdülillâh" gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi aynı lâfız, sineğin küçücük kulakcığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur'ân'ın mânaları, dağ gibi akılları işba' ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder.
Evet, bütün müctehidîn ve sıddîkîn ve hükemâ-i İslâmiye ve muhakkıkîn ve ulema-i usûlü'l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkıkîn-i ulemâ ve avâm-ı müslimîn gibi Kur'ân'ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki: "Dersimizi güzelce anlıyoruz." Elhasıl, sair makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzı parlıyor.
Fakat Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihdir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'ân'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hâzır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur'ân'ın “Ey kitap ehli ! Ey kitap Ehli !”(Âl-i İmrân Sûresi, 3:64) hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir...
Reklam
Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ (“Ey kitap ehli ! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. )Âl-i İmrân Sûresi,3:64 sayhasını âlemin aktarına savuruyor.
Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur'ân'ın edeb ve belâgatına karşı nisbeti; öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkârâne bir hüzün ile gınâsı (şarkısı), hem, zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü; edeb ve belâgat, te'sir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş'e verir.
Sayfa 107Kitabı okudu
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü'l-ahbabdan gelir, yâni ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalâletâlûd, tabiat-perest, gaflet-pîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firâkü'l-ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-edâ, nur-efşan Kur'ân'ın verdiği hüzündür.
Sayfa 107Kitabı okudu
Amma neş'e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi, hevesâtına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i Cemâlûllah'a beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın verdiği neş'edir.
Sayfa 108Kitabı okudu
Evet, bütün benî-Âdem'e bütün tabakatiyle en yüksek ve en dakik ilim olan îmana ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maârif olan ahkâm-ı İslâmiye'ye dâvet eden, ders veren Kur'ân ise, her nev'e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir.
Sayfa 109Kitabı okudu
286 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.