Güneşli bir yaz günü, denizi hissedebilmek için kayalıklara yürüyordü. Buz gibi denizi, parıldayan sarı ışıklarıyla güneşi ve ufku bütünüyle görebilmesi için gri kayalıkların en tepesine çıkmalıydı. Bu yalnız uçurumu görmeye sadece soru soracağı zamanlarda geliyordu. Gördüklerini imgelemeyi seviyordu fakat hayal kurmak işi sonuçlandırmaya yetmiyordu. Uçurumun kenarına oturdu ve ayaklarını boşluğa sallayarak dalgalara bağırdı: Gerçek, mutlak doğru mudur? Gerçeği düşündüğünde karnına ağrılar giriyordu. Olguları olduğu gibi görmek ve kabul etmek, taşıması zor olan yük gibi beliriyordu. İşte o sırada içindeki şeye öfkeleniyordu. O kadar rahatsız bir sinir krizine dönüşüyordu ki sonunda kendini kayalıklara vuran dalgalara benzetiyordu: Öfkeyi somutlaştıran nedir? Bir dönüşümü başlattığı için yoğun enerjiye sahipti ve onu yeterince görünür kılıyordu.Gerçekle beraber öfke de kaybolduğunda, ufukta gerginlik beliriyordu. Hakikat ile hülyaların karıştığı yerde belirsizliğin gerginliği... Öyle ki biçimi oluşturan düşünmenin bir ürünüydü. Sorgulamanın derinliğinde sıkışan kavramlar bütününün sonu... Gerginlik bir tür zeka ürünü müdür? Kavramlar, rüyalardan uyanmanın en kestirme yolu oluyordu. Peki gerçeğin yaratımını sağlayan öz nereden geliyordu? Bu koyu mavi deniz, turunculaşan ışığıyla güneş ve görünürken görünmez ufuk nasıl oluşuyordu? Kayalıklar, dalgalar ve uçurum... İnsanı rüyalarından uyandıran gerçeği ne tasarlıyordu?
*gözde