Kadının en çok dudakları dikkatimi çekiyor; dudaklarındaki rujun rengi: Koyu, garip, kadının solgunluğuna hiç yakışmayan çirkin bir kırmızı... Az önce kan yalamış sanki... Rose bonbon, diyorum birden. Rose bonbon... Neden? Neden?Neden?
Otuz yıl önce bir kadın, bir genç kız daha doğrusu, dudaklarını böyle boyamıştı. Ona da yakışmamıştı kan kırmızısı. "Rose bonbon" demişti yanındaki erkek, ilk kez Fransızca bir sözcüğü gevelemenin beceriksizliğiyle. Kızı da daha önce "Lili" diye tanıtmıştı bana, kasabalı ürkekliğini, yabancılığını, giyimini henüz üzerinden atamamış olan kızı. Lili... Neden? Rose bonbon... Neden?
Reklam
İşte böyle konuştu durdu. Çenesi neden açılmıştı birdenbire, anlayamadım. Ama bir şey beni fena halde rahatsız ediyordu. Osman arkadaşım değildi de, eğlendirmek zorunda bulunduğum efendimdi sanki. Ama biliyordum, önce fark etmediğim, ancak kırmızısına takılıp kaldığım dudakların sahibinin gözleri de vardı. Tuhaf bakıyorlardı Kısa aralıklarla yüzümde durmuşlardı. Onlar için aşağılanmayı göze alabilirdim.
O rujun, Osman'ın "rose bonbon" sandığı rujun sürüldüğü dudaklara bakmaktaydım. "Ne fark eder? İşte o zaman nasıl ikimiz aynı yaşlarda idiysek, Lili ve ben, şimdi şu kadınla da öyle değil mi? Neden, neden sıyrılamayacakmışsın aile, meslek, dost çevresi denen örgütlü tutsaklıktan? Hadi bir adım atıver. Doyumunu sonsuzlukta arayacak güçte değilsen, o zaman bir kadın, ancak ve yalnız bir kadınla... Beni o kurtarır ancak. Bunun son fırsat olduğunu unutma!"
Sevinmeyi ne zaman unuttum, gülmeyi, elerimi çırpmayı... O çok ünlü, çok saygın, sözleri altın değerinde bilim adamlarına, yazarlara ne oldu? Kocam onlarla neden bozuştu? Neden herkesin kendisine düşman olduğunu düşünmeye başladı? Tek büyük kendisi kalsın diye mi? Büyük, eşsiz bilim adamını oynamaya ne zaman başladı? Ben onun yarattığı büyük bilim adamı imgesine ne zaman inandım? Ne zaman tapınmaya başladım? Taa başında, hocama aşık olarak başlamadım mı? Tüm varlığımı sekreteri, çevirmeni, bakıcısı olarak ona adamadım mıydı? Neydi bizim ilişkimiz, evlilik mi? Çocuksuz, yataksız filan. Ve benim durup dururken o ünlü acıkmalarım... Ağzıma durmadan bir şeyler tıkıştırarak, midemi doldurarak dindirmek istediğim neydi? Onca tıkınmaya karşın kürdan gibi inceciktim. İşte o sırada arabada, yanımda ölüm solur dururken ve ben onun kocam olduğuna aldırmadan direksiyona sarılmışken... Canım tavuk istiyordu Fırında unutulduğundan tıkır tıkır olmuş bir tavuk, yanında kızarmış patatesle. Mardin'e çıkan yolu tırmanırken bir yandan ağzım sulanıyor, bir yandan düşünüyordum: Kimim ben, neyim? Kadın mıyım? Şu yanımda nerdeyse ölüverecek olan adamın karısı mıyım sahiden? Doğurmamış, tıkız karnım, süt vermemiş, yeterince okşanmamış kuru memelerim, oğlan çocuğu kalçalarımla... Gerçekten sevdim mi, sevildim mi?
"Yaz bazıları için güzel bir mevsimdir gerçekten, belki herkes için. En çok da tatillerini deniz kıyılarında geçirebilenler için. Biz bir kez gitmiştik de. Unutamıyorum. Sizden sonra en çok sevdiğim varlık deniz olmalı. Ama her zaman denize gidemiyoruz. Parasızlıktan değil. Kocam, tatillerini memleketinde, annesinin yanında geçirmemiz gerektiğine inanıyor. Gerçi kaynanamla birlikte olmaya hiçbir zaman zorlamamıştır beni. Bazı iyiliklerin değerini neden bilmemeli? Ama işte tatilde kocamin memleketine gitmeyince başka bir yere de gidemiyorum O, yazları on beş gün için gider gelir anacığının yanına. Sonra ona, benim sağlığımın bozukluğunu, yola dayanamadığımı filan anlatır. Yalan sevmeyen bir adamın böyle konuşmak zorunda kalması. Ağır geliyordur kuşkusuz. Tadı gerektiği gibi çıkarılmadığı için, Artvin'in meyve bahçelerinde kaynanama reçel, pekmez kaynatarak, yufka açarak geçecek (üstelik bu işlerin üstesinden gelemem, ayıp değil ya alışmamışım) bir yaza razı olmadığım için de bu mevsimden nefret ettim gitti
Reklam
147 öğeden 111 ile 120 arasındakiler gösteriliyor.