Demek benim dervişler için söylediğim mısralar dağdaki çobana kadar ulaşmıştı. Birden sorumluluğumun büyüdüğünü hissettim. Omzuma bir emanet verilmişti ve bu emanete hıyanet etmediğim sürece hakkımda nimet ve rahmet olacaktı. Ben bunları düşünürken çoban bu sefer yanık bir türkü gibi okudu. Üstelik gözümün içine bakarak ve sanki sorar gibi:
"Dertli ne ağlayıp gezersin burda / Ağlatırsa
Mevlâ'm yine güldürür / Nice aşık kondu göçtü buradan / Ağlatırsa Mevlâ'm yine güldürür"
Meğer coğrafya, meyve yerine gönül yetiştirmiş, bütün o maddi imkansızlık ve kuraklıklar manevi fidanların yeşermesi içinmiş. Yesevi dervişleri dünyadan bir bir çekilip gitmişlerdi, ama Anadolu'nun öz ve özlü fidanlarından gönül erleri gelmişti. Bozkırda şeriat ve tarikat kıvama ermiş, marifet ve hakikat çağı başlamıştı. Gayret ve hikmet parıldadıkça parıldıyordu. İnsanın omzundaki en ağır yük cahillikti, artık bozkır insanı bunun ayrımına varmıştı.