Bir kitabı okuduğum sırada, annemle babam, kitapta tasvir
edilen yerleri gidip görmeme izin verseler, gerçeğin keşfinde çok
önemli bir adım atmış olacağımı zannederdim. Çünkü kendimizi
daima ruhumuz tarafından kuşatılmış gibi hissetsek de, bizi
çevreleyen bu ruh, sabit bir hapishane değildir. Daha ziyade,
ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler
yaparak, onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir,
etrafımızda hep, dışarıdan bir yankı değil de, içimizdeki bir
titreşimin çınlaması olan ve hiç değişmeyen bir tını işitir
gibiyizdir. Nesnelerde, ruhumuzun onlara aksettirdiği,
kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğal
ortamlarında, nesneleri, zihnimizde birtakım fikirlerle yan yana
bulunmalarına borçlu oldukları büyüden yoksun bulunca, hayal
kırıklığına uğrarız; bazen bu ruhun bütün gücünü, dışımızda
olduklarını, kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça sezdiğimiz
insanları etkilemek üzere, beceri ve ihtişama dönüştürürüz. İşte
bu yüzden, sevdiğim kadını daima, o sıralarda görmeyi en çok
arzuladığım yerlerle çevrelenmiş olarak hayal etmemin, bu yerleri bana onun gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını
bana onun açmasını istememin sebebi, basit ve tesadüfi bir
zihinsel çağrışım değildi. Yolculuk ve aşk hayallerim, tek bir
kuvvet halinde fışkıran ve yönü değişmeyen yaşama gücümün
bugün, sedefli ve görünürde kıpırtısız bir fıskiyeden, değişik
yüksekliklerde kesitler alır gibi, yapay olarak ayırdığım farklı
anlarından başka bir şey değildiler aslında.