"Kadının kıskançlığıyla erkeğin kıskançlığı birbirine benzemez, bize en çok acı çektiren şeyi bir kadın sezemez."
"Bunu bilmiyordum. Neden?"
"Neden mi? Sahip oluşun o anlamsız ve cömert azgınlığı, erkeğin kendine hak edindiği o eskil içgüdü kadının kanında, elinde yoktur da ondan. Erkek, yaratığını bütünüyle isteyen tanrıdır. Çok eski yüzyıllardan beri, kadın paylaşmaya alışmıştır. Tutkularımızı geçmiş, karanlık geçmiş sınırlar. Doğduğumuz günde bile öylesine yaşlıydık ki! Bir kadın için kıskançlık, onur kırıklığından başka bir şey değildir. Erkekteyse ruhsal acı gibi derin, bedensel acı gibi sürekli, büyük bir işkencedir. Neden diye soruyorsun. Çünkü boyun eğişime, saygıma karşın, bana verdiğin korkuya karşın, sen maddesin, ben düşünceyim; sen nesnesin, ben ruhum; sen kilsin, ben sanatçıyım. Yo! Yakınma. Çelenklerle kuşaklanmış, yuvarlak vazonun yanında, basit ve kaba çömlekçi nedir ki? Vazo sakin ve güzeldir. Çömlekçi zavallıdır. Erkek kendi kendini yer, ister, acı çeker, istemek acı çekmektir çünkü. Evet, kıskancım. Kıskançlığımda neler bulunduğunu biliyorum. Onu incelediğim zaman, içinde soyumdan gelme önyargılar, bir vahşi gururu, hastalık derecesinde bir duyarlık, bir hayvan şiddeti, acımasız bir zayıflık, yaşamın, dünyanın yasalarına karşı budalaca ve kötü bir başkaldırış buluyorum. Ama onun ne olduğunu bilmem boşuna: Var ve beni altüst ediyor. Ben yuttuğu asidin özelliklerini inceleyerek hangi bazlarla birleştiğini, hangi tuzları oluşturduğunu bilen bir kimyagerim. Bu arada asit kimyageri yakmaktadır, kemiklerine kadar da yakacaktır."