Gallup (1998) kendilik farkındalığının yalnızca biz insanlara özgü olduğunu düşünmekle kalmayıp, kültür ve uygarlığı tümüyle bu farkındalığa dayandırmıştır. Gallup işin içine biraz da "romantizm" ekleyerek, "kendilik farkındalığı gibi ayrıcalıklı bir yeti karşılığında ödediğimiz bedelin de ölüm farkındalığı olduğunu'' söylemiştir: "Kendi varlığının farkında olan, bu varlığın bir gün yok olacağının da farkında olmak zorundadır''
Alice Miller The Truth Will Set You Free kitabında Anne-babamıza öfke duymamız onlardan hâlâ korktuğumuzu gösterir. Hâlâ onlardan korkmamız da yetişkin olamadığımızı." diyor. Öfkenin çocukken yaşadığımız çaresizlikten kaynaklandığını, çıkış yolu bulur bulmaz kaybolacağını ekliyor.
çocuk asla eksik, kusurlu davranmaz; sanıldığı gibi çocuğun davranışlarını "düzeltmemiz" gerekmez. yapmamız gereken tek şey, çocuğun neden o şekilde davrannaya ihtiyaç duyduğunu bulmaktır.
Acı çekmemek için yerinden kımıldamamak gerekir, hiç kımıldamamak, hiçbir devinimde bulunmamak, hiç istememek gerekir. Tam bir apati; yani kayıtsızlık. Dünyaya kayıtsız gözlerle bakmak. Ama kim demiş yaşamın amacı acı çekmemektir diye... Aksine yaşamın esasında acı çekmek vardır. Tıpkı yokluğun varlık karşısında başat olması gibi mutluluk söz konusu olduğunda acı da başattır. Acı esastır, mutluluk ise kısa anlarda gerçekleşen bir istisnadır. Zaten bu kadar değerli olmasının nedeni istisna olmasından kaynaklanıyor. Zamanımızda mutluluğa tapılırken, ki mutluluk tatmin olmakla karıştırılıyor, halbuki mutluluk insanın kendisini kendi dileğince gerçekleştirmesidir, acı aşağılanıyor, tu kaka ediliyor, hasıraltı edilmeye çalışılıyor. Halbuki acı da mutluluk kadar vardır, hatta dediğim gibi esastır. Acıyla barışmak, onu normalleştirmek gerekiyor. Acı da diğer her türlü duygu gibi yaşamanın bir parçasıdır ve önünde boyun eğilerek kabul edilmesinden başka bir yol yoktur.
Aşırı-Kültür yaşamlarımızı sanallaştırdı. Yaşamlarımızın Gerçeklik’ten kurtulup insan dünyasının gerçekliğiyle yetinmesine neden oldu, insan bu nedenle kendi yapımı olan bu dünyanın içinde giderek kendi gerçekliğini yitirerek bir imgeye dönüştü.
Dünya, biz onunla
konuşmaya çalışmadığımız sürece, bizimle konuşmaz.
Çünkü o bize bakmaz; bizimle ilgilenmez. Bizim onunla
konuşmaya ihtiyacımız vardır; onun değil.
Özgürlük uzaklarda bir yerde bizi bekleyen, ulaşılması gereken, mistik ya da ideal bir şey değildir; o buradadır; hemen yanı başımızda; gerçekleştirilmeyi, özgürbırakılmayı bekliyordur. Bir hülya değil yani. Bana ışık tu-tan kitaplar okumuşumdur; yani benimle konuşan kitaplar.
Bunlardan birinde Caudvvell, ‘Özgürlük insan ilişkilerinde
saklıdır’ diyordu. Bu cümle beni özgürleştirdi. Özgürlük,
ulaşılması gereken soyut bir hedef değil, gündelik yaşamımızın içindedir. Özgür olabilmek için bir başkasının daha
bulunması gerekir. Öbür türlüsü bir başınalıktan başka
nedir ki? Bir başkasının daha bulunması, özgürlük konusunda da bizi aynı yere getiriyor. Konuşmaya, karşılıklı bir
söyleşi inşa etmeye, demek bir Dünya tasarımı kurmaya
ve bu tasarım içinde kendimizi özgür kılmaya.