Çocuk için ölüm artık tek bir şey ifade eder: kişi artık yoktur. Günlük deneyimlerimiz bir çocuğun, sevdiği bir kişinin yokluğuna ne kadar kolay alıştığını gösterir.
Freud’un kuramına göre her rüyanın tabanında bilinçdışı bastırılmış olan bir arzu yatar.Herkes canlı bir acı duygusu hissetmeden asla hatırlayamayacağı olaylar deneyimler…
Bastırılan hatıralar ve bunlarla ilgili arzular sadece görünürde unutulur.
Edebiyat olarak adlandırılan olgu yaklaşık olarak bu sıralar da doğmaya başladı. 'Edebiyat' sözcüğü daha önce yazının hem gerçeklere hem de kurmacaya ait çeşitli formlarını kapsamak üzere kullanılmıştı; ancak bütün yazının erdemleri, yazının tek ve özel olarak ayrıcalıklı bir türünde, şiirde temsil edilmekteydi. Şiir, özgün yazı türlerinin çoğunun peşinde olduğu formdu. 'Edebiyat' bir gerçeklik meselesi değil his meselesiydi, dünyevi değil aşkındı, toplumsal olarak geleneksel değil biricik ve öz gün olmakla ilgiliydi. Şiir soyutlamaları hor görüyor, yalnızca özgül ve bireysel olanla ilgileniyordu. Genel olgularla değil, nabzınızda hissedebileceğiniz şeylerle ilgiliydi. Bu açıdan ba kıldığında bir şiir teorisinden bahsetmek gerçekte çelişkili olur. Somut olanın bilimini yapamazsınız. Tekil olanın sistematik bilgisinden bahsedilemez.
Rasyonalistler ve ampiristler için sözel süsleme, insanı meselenin gerçeklerinden uzaklaştırıyordu. Şekilsel gelişmeler somut incelemelere boyun eğiyordu. Mesela, eğer toplumsal adaletsizlikleri ele almaya hevesliyseniz, erkekler ve kadınların durumunun ne olduğunu gerçekçi biçimde bilmeniz gerekirdi; bu durumda retoriğin veya fantezilerin işinize yaraması mümkün değildi. Onlar başkalarının yiyeceği yokken hayalle rinin tadını çıkarabilenlerin ayrıcalığıydı. Sözcük oyunları refahın düşmanıydı. Duygular dünyaya erişimin bir biçimi değil, dikkatlerin duygusal veya demagojik biçimde ondan başka yere çevrilmesiydi. Gelişmekte olan demokrasi, retoriğin otoriter üst tonundan endişeliydi -retoriğin siyasal kökenleri düşünüldüğünde bu ironik bir durumdu; ancak aynı zaman da kalabalıkların anarşik tutkularını heyecanlandırabilecek türde bir popülist retorikten de endişe duyuyordu.
Aydınlanma çağında hakikat sözel-olmayan, diyalojik-olmayan, şiirsel-olmayan, bağlamsal-olmayan ve etkisel-olmayan bir hale gelmişti. İdeal olarak dilden bütünüy le bağımsızdı, ne de olsa -hakikatin aracısı olan- dilin kendisi de ona yönelik potansiyel bir engeldi. Sözcüklerin belirsiz liği, anlamların açıklığını engelliyordu. Hakikat ayrıca çok daha uzmanlaşılmış, bölümlere ayrılmış bir hale geliyordu; retorik evrensel bir anlatı olmayı iddia ettiği ölçüde, artan oranda işlevinden oluyordu.