Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Sonuçta insanın başkaları hakkındaki fikirlerinin yarısı grotesk olurdu. İnsanın kendi özel amaçlarına hizmet ederdi.
Sorunlu ailelerde şakalar genellikle acı, alaycı ve hatta zalimdir.
Reklam
Unutmayın, yüzmeyi öğrenmek için suya girmeniz gerekir.
Kadın futbolu eşitsizliğin en bariz olduğu yer galiba şimdilerde
Dinlenmenin hiçbir şey yapmamak değil, bir şeyler ama farklı bir şeyler yapmak anlamına geldiğini göz önüne alarak, çalışma ve dinlenme süreçlerinin nasıl bir nöbetleşme içinde olması gerektiğine ve bu farkın ne olması gerektiğine de karar vermelisiniz. Bütün bunlar kadın ve kurmaca edebiyat konusunun bir parçasıdır, o yüzden de tartışılmalı ve keşfedilmelidir. Bir kez daha kitaplığa yaklaşarak, yine de kadın psikolojisi üzerine bir kadın tarafından yazılmış o derinlemesine incelemeyi nereden bulacağım, diye düşünmeyi sürdürdüm. Eğer futbol oynama konusundaki yetersizlikleri nedeniyle kadınların tıp okumasına izin verilmeyecekse- Neyse ki, o anda düşüncelerim farklı bir dönemece girmişti.
Nitekim bu sanatın özünde ifade özgürlüğü ve ifade bütünlüğü olduğuna göre, böyle bir gelenek eksikliğinin ve böyle bir araç yoksunluğunun ya da yetersizliğinin kadın yazarların üzerinde son derece kötü bir etkisi olmuş olmalıdır. Dahası, bir kitap uç uca dizilmiş cümlelerden değil – burada belki de görsel bir imge kullanmak iyi olabilir – kemerler ve kubbeler oluşturmak üzere inşa edilen cümlelerden oluşur. Bu yapı da, çoğu kez yine kendi ihtiyaçlarından yola çıkan ve onu kendi istifadeleri için kullanan erkekler tarafından oluşturulmuştur. Destan, ya da manzum oyun yapısının kadınlar için az önce bahsini ettiğimiz hükümden daha uygun düşeceğini düşünmek için hiçbir neden yok ama onlar yazar olana kadar tüm eski yazı biçimleri katılaşmış ve kalıplaşmıştı. Sadece roman türünün onların yoğurabileceği yumuşaklıkta olmasıydı belki de kadınların roman yazmasının bir başka nedeni...
1828 yılında bütün bu hiçe saymaları, azarlamaları ve ödül vaatlerini umursamamak için çok yürekli bir genç kadın olmak gerekirdi. İnsanın kendi kendisine, "Aa, edebiyatı da satın alacak değilsin ya, edebiyat herkese açıktır. Üniversitedeki bir idari görevli de olsan, beni çimenlerin üzerinde yürümekten men etmene izin vermiyorum. İstersen kütüphanelerini de kapat ama benim zihnimin özgürlüğünün üstüne kapatabileceğin ne bir kapı, ne bir kilit ve ne de bir sürgü var," diyebilmek için tam bir delifişek olmak gerekirdi.
Reklam
Ama düşünüyorum da, sağa ya da sola sapmamak ne kadar imkânsız olmalıydı onlar için. O bütünüyle ataerkil olan bir toplumun ortasında ve bütün o eleştiriler karşısında, inandıkları o şeye korkmadan sıkı sıkı sarılmak kim bilir nasıl bir deha ve nasıl bir tutarlılık gerektiriyordu? Bunu bir tek Jane Austen ve Emily Brontë başarabilmişti. Bu, onların göğsüne takılması gereken bir başka, belki de en güzel madalyaydı. Onlar, erkeklerin yazdığı gibi değil, kadınların yazdığı gibi yazmışlar ve o dönemlerde roman yazan binlerce kadının arasında, her daim —şunu yaz, bunu düşün diye— öğretmenlik taslayan o sesin ikazlarına bir tek onlar hiç kulak asmamışlardı.
Roman gerçek hayatla bu denli örtüştüğüne göre, vurguladığı değerler de bir dereceye kadar gerçek hayatınkilerle aynıdır ama kadınların değer yargılarının diğer cinsin yarattıklarından çoğu kez farklı olduğu da gün gibi ortadadır; bu, doğal olarak böyledir. Yine de, baskın olanlar eril değerlerdir. Kabaca söylemek gerekirse, futbol ve spor 'önemli'dir, buna karşın modaya karşı duyulan hayranlık ya da giysi satın almak 'bayağı’ şeylerdir. Bütün bu değerler kaçınılmaz olarak gerçek hayattan kurmaca edebiyata taşınır. Bu önemli bir kitaptır, diye varsayar eleştirmen, çünkü konusu savaşla ilgili... Bu kitap beş para etmez, çünkü misafir odasındaki kadınların duygularını irdeliyor... Dolayısıyla, bir savaş alanı sahnesi, bir mağazadaki sahneden daha önemlidir. Değer yargıları arasındaki bu farklılıklar, her yerde ve çoğu kez çok daha sinsice bir şekilde karşımıza çıkar. O yüzden de, eğer yazarı bir kadın ise, erken on dokuzuncu yüzyılda yazılmış olan bir romanın tüm yapısının doğru yolundan hafifçe sapmış ve berrak görüşlerini dışsal bir otoriteye boyun eğerek değiştirmek zorunda kalmış bir zihin tarafından kaleme alındığını söyleyebiliriz. O eski ve bellekten silinmiş romanlara bir göz gezdirerek ve onların nasıl bir ses tonuyla yazıldığına kulak vererek, yazarın bir eleştiriyle karşı karşıya kalıp kalmadığını da tahmin edebilmeniz mümkündür, zira yazar bazı yerlerde düşmanca, bazı yerlerde ise uzlaşmacı bir ton kullanmıştır. 'Ben sadece bir kadınım' dediğinde kabullenici, 'bir erkek kadar iyiyim' dediği vakit ise başkaldırıcıdır.
Ama bütün bunlar yazarın cinsiyetiyle ne şekilde etkileniyor, diye merak ettim, Jane Eyre'e ve diğer kitaplara bakarak. Cinsiyet olgusu bir kadın romancının tutarlılığını —bana göre, bir yazarın omurgasını oluşturan dürüstlüğünü– herhangi bir şekilde engelleyebilir miydi? Şimdi Jane Eyre'den alıntı yaptığım pasajlarda, öfke duygusunun bir yazar olarak Charlotte Brontë'nin dürüstlüğüyle oynadığı gün gibi belli olmaktadır. Bütünüyle adanmış olduğu hikâyeyi bir kenara bırakıp, kendi kişisel yakınmasıyla ilgilenmiştir. Hayatta kendi payına düşen deneyimleri yaşayabilme hakkına engel olunduğunu hatırlamıştı. Oysaki o, özgürce dünyayı gezmek istemesine rağmen bir papaz evinde çorap yamamaya ve durağan bir hayat yaşamaya mahkûm edilmişti. Hissettiği öfke, hayal gücünün raydan çıkmasına neden olmuştu ve bu sapma bizim hissedebileceğimiz kadar güçlüdür.
Romancının durumundaki “dürüstlük”ten kastımız, bunun gerçek olduğuna dair sizde uyandırdığı inançtır. Evet, dersiniz, bunun böyle olabileceği hiç aklıma gelmezdi; bu tür davranan kişilerle hiç karşılaşmamıştım ama sen beni öyle olduğuna, öyle şeylerin olabileceğine dair ikna ettin. Nitekim insan okurken, her bir sözcük grubunu ve her bir sahneyi ışık altında tutar zira Doğa çok tuhaf bir şekilde, romancının dürüst olup olmadığına hükmetmemiz için bize içsel bir ışık vermiştir sanki... Daha doğrusu Doğa, en akıl sır ermez ruh halindeyken bile, görünmez bir mürekkeple zihnimizin duvarlarının üzerine bu büyük yazarların doğruladığı bir önseziyi, görülebilir olmak için onların dehasının ateşine tutulması yeterli olan bir eskizi nakşetmiş gibidir. Onu böyle görünür hale getirip de canlandığını görünce kendinizden geçer ve "Ama ben bunu her daim hissetmiş ve onu hep istemişimdir!" diye bağırırsınız.
Reklam
Herhangi ünlü bir romanın bütün olarak yapısına baktığımızda, onun açık ve net bir şekilde fevkalade karmaşık olduğunu görürüz, çünkü birbirinden çok farklı yargılardan ve türlü türlü duygulardan oluşmuştur. Şaşırtıcı olan şey, bu şekilde oluşturulmuş olan bir kitabın bir ya da iki yıldan daha uzun bir süre tutunabilmesi ve İngiliz okuru için ne ifade ediyorsa, Rus ya da Çinli okuru için de aynı şeyi ifade edebiliyor olmasıdır.
Gözlerimizi kapatıp, belirli bir romanı bir bütün olarak düşündüğümüzde, onun yaşamı bir ayna gibi yansıttığını görürüz. Elbette ki, bu yansıma sayısız basitleştirmeler ve çarpıtmalar da içerecektir ama her halükarda insanın akıl gözünde biçim biçim izler bırakan bir yapıdır bu. Bu biçimler kâh karelerden oluşur, kâh pagodalardan... Bazen kanat gibi yan çıkıntıları vardır, bazen de sıra kemerleri... Ya da, bir bakarsınız ki Konstantinopolis'teki Aya Sofya gibi sağlam inşa edilmiş, kubbeli bir yapı olmuştur. Geçmişin bazı ünlü romanlarını aklıma getirince, bu biçimlerin içimizdeki onlarla örtüşen duyguları harekete geçirdiğini düşündüm. Ama bu duyguların her biri diğerleriyle çok süratli bir şekilde harmanlanmaktadır, çünkü “biçim” dediğimiz şey, taşın taş ile ilişkisinden değil, insanın insanla olan ilişkisinden oluşmaktadır. Bir romanın, içimizde her türden düşmanca ve karşıt duygular uyandırmasının nedeni de budur. Yani hayat, hayat olmayan bir şeyle çatışmaktadır.
George Eliot, çektiği onca sıkıntıdan, ancak kendisini St. John's Wood'da izbe bir eve atarak kurtulabilmiş ve insanların onu kınayan bakışlarının gölgesi altında kalma pahasına oraya yerleşmişti. "Şunun iyice bilinmesini istiyorum ki," diye yazmıştı, "davet edilmeyi beklediğini açıkça beyan etmeyen hiç kimseyi buraya beni görmek için asla davet etmeyeceğim." Öyle ya, bir günahkâr değil miydi o? Evli bir erkekle yaşamıyor muydu ve onu öyle görmek hasbelkader ziyaretine gelmek isteyen Mrs. Smith'in ya da falancanın iffetine halel getirmez miydi? O yüzden de, toplumun kurallarına boyun eğmeli ve “dünya denen şeyden kopuk” bir yaşam sürmeliydi. Ama aynı dönemlerde, Avrupa'nın öbür tarafında, falanca çingeneyle ya da filanca soylu hanımefendiyle özgürce yaşadıktan ve savaşlara katıldıktan sonra, sıra kitaplarını yazmaya geldiğinde işine müthiş şekilde yarayacak olan türlü hayat deneyiminin içinden dilediğini sansürsüz ve engelsiz olarak seçip alabilen genç bir adam yaşıyordu. Şayet Tolstoy isimli bu adam, Priory'de evli bir kadınla “dünya denen şeyden kopuk” gözden ırak bir yaşam sürmüş olsaydı, toplumun vermek istediği ahlak dersi onu ne gibi yüce duygulara ulaştırırsa ulaştırsın, Savaş ve Barış'ı yazması belki de mümkün olmazdı, diye düşünmeden edemedim.
Dolayısıyla, daha fazla deneyim yaşama, daha fazla kişiyle iletişim kurma ve daha çok seyahat etme fırsatı elde edebilmiş ve dehasını uzaklardaki tarlalara bakarak ve tek başına hayal kurarak harcamamış olsaydı, o dehanın ne kadar muazzam faydalar sağlayacağını hiç kimse ondan daha iyi bilemezdi. Ama bütün bunlar ona bahşedilmemiş, ondan esirgenmişti. Yine de, Villette, Uğultulu Tepeler ve Middlemarch gibi bütün o iyi romanların, muhterem bir papazın evine girebilmekten öte bir hayat deneyimi yaşamamış olan kadınlar tarafından, hem de o saygın evin ortak oturma odasında yazılmış olduğu gerçeğini de kabul etmek gerekir. Üstelik de bu kadınlar, Uğultulu Tepeler'i ya da Jane Eyre'i yazabilmek için her seferinde birkaç tabaka kâğıttan fazlasını alamayacak kadar yoksul idiler.
“‘Beni kimler mi ayıplıyor? Hiç şüphesiz, pek çok kişi... Ve bana doyumsuz da diyeceklerdir onlar. Ama benim bu konuda yapabileceğim bir şey yok: Huzursuzluk benim doğamda var; öyle ki zaman zaman o yüzden acı bile çekiyorum...” 'İnsanların huzur ve sükûnet içinde olmakla yetinmeleri gerektiğini söylemek yararsızdır, çünkü onlar hareket etmek için doğmuşlardır ve diledikleri canlılığı bulamadıkları takdirde onu kendileri yaratırlar. Milyonlarca kişi benimkinden bile daha durgun yaşamlara mahkûmlar ve hepsi de kaderlerine karşı sessiz bir isyan halindeler. İnsanların toprakla örttüğü nice hayat yığınlarında kim bilir ne denli isyanlar mayalanmaktaydı? Kadınların genellikle çok sakin olmaları beklenir ama hissetme konusunda onlar da erkeklerden farksızdır; onların da yeteneklerini çalıştırmaya ve çabalarını yönlendirebilecekleri bir alan edinmeye en az erkek kardeşleri kadar ihtiyaçları vardır. Onlar da kalıplaşmış yasaklardan ve mutlak durağanlıktan tıpkı erkekler gibi acı duyarlar. Daha ayrıcalıklı türdeşlerinin onların muhallebi yapıp, çorap onarmakla, ya da piyano çalıp nakışlı çantalar üretmekle yetinmeleri gerektiğini söylemesi ise, tam anlamıyla bir dar kafalılıktır. Şayet kadınlar geleneklerin onların türü için yeterli gördüğünden fazlasını yapmak ya da öğrenmek istiyorlarsa, onları yargılamak ya da onlarla alay etmek düşüncesizlikten başka bir şey değildir.”
Jane Eyre, Charlotte BronteKitabı okuyor
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.