“Sakin yazması gerekirken hiddetle yazacak. Akıllıca yazması gerekirken aptalca yazacak. Karakterlerini yazması gerekirken kendini yazacak. Yazgısıyla savaş halinde o. Genç yaşta, dar bir hayatta sıkışıp kalmış ve hayalleri boşa çıkmış bir halde ölmemesi mümkün mü?”
On altıncı yüzyılda muazzam bir yetenekle doğmuş bir kadın muhtemelen delirirdi, kendisini vururdu ya da yarı cadı, yarı sihirbaz, korkmuş ve alay konusu olmuş bir şekilde köyün dışındaki yalnız bir kulübede günlerini geçirirdi. Çünkü yeteneğini şiir yazmak için kullanan aşırı derecede yetenekli bir kızın diğer insanlar tarafından engelleneceğini ve kısıtlanacağını, kendi zıt içgüdülerince işkence edilip parçalanacağını beden ve akıl sağlığını muhakkak ki kaybedeceğini tahmin etmek için psikolojiden çok iyi anlamak gerekmiyor.
Üstelik kendi kapımın eşiğine varmıştım artık, yüzyıl içerisinde kadınların himaye altına alınmış bir cinsiyet olmayacağını düşündüm. Bir zamanlar onları yok sayan bütün etkinlik ve uğraşların içinde mantıklı bir şekilde yerlerini alacaklar. Bebek bakıcısı kömür taşıyacak. Dükkanda çalışan kadın motor sürecek.
"Neye güvenebilir insan? Kadınlara, erkeklere değil. İnsanın onlar için kurduğu hayallere değil. Hiçbir şey yok - hiçbir şey, hiçbir şey, geriye kalan."
“Ne hoş bir güzelliği vardır hafif adımlarla,
dünyadan gülümseyerek geçenlerin. Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların,
onurlu bir yaşamı seçenlerin.”
Virginia Woolf
Hayat, ocaktaki bir çaydanlık gibi şarkı söylüyor ya da daha ziyade mırıldanıyor. Hayat, hayat, nesin sen? Aydınlık mısın yoksa karanlık mı, uşak yamağının çuha önlüğü müsün yoksa sığırcığın çimenlere vuran gölgesi mi?
İnsan artık bir şey bilmiyor, değil mi? İnsanın artık çocuklarına verecek öğüdü yok. Yalnızca yaşamın onsuz çok anlamsız kalacağı o aynı önseziye, o aynı inanma gücüne sahip olmalarını umabilir insan.