Derviş hücrelerinin bulunduğu binaya girdiklerinde, Eflâtun açık bırakılmış bir kapıdan gelen seslere kulak kesildi. İçeriden, bir nağmeyi âdeta muhâtap alıp ona tâ be sabah tıpıtıpına ve tab'an hitap etmeye azimli bir kudümün gönültâb taptapaları işitiliyordu. Eflâtun kudümün ne olduğunu biliyordu. Ama diğer sazın sesi onu hayrete düşürmüştü. Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârların bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler. Ama füsûs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhûs ufûnetin üfûl olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vüs ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems'in üfûl ettiği ufka gönderilen canlardan ibâret bir demet vüfûd idiler.
Eflâtun'un kalbi güm güm atıyordu. İbrahim Dede'ye büyük bir heyecanla, "Merakımı affedin efendim," dedi. "Ama bu tap tap sedâlarının eşliğindeki, o muhteşem ses hangi sazdan geliyor?"
İbrahim Dede gülerek cevap verdi:
"O saz neydir. Ne o? Beğendin mi yoksa?"
İşte o anda, Eflâtun bu sazı öğrenmek için içinden yemin etti.
Çünkü seneler boyunca kulaklarından eksilmeyen o ses, aslında ney sesi idi!