Gönül yakınlıkları ve benzeşimler hangi zaman dilimine değin uzanıyordu? Peki bir insan nasıl oluyor da başka bir insanda kendini ya da kendini olmasa bile kendi selefini görebiliyordu?
İnsanlar ruhsal yaşamlarında gerçekleşen herhangi bir kayma sayesinde, birdenbire bu türden bir parça su yüzüne çıkınca, hatırlayabileceklerine inanırlar. Ama gerçekte hatırlamazlar elbette
Gelişmiş bitki türlerini kömüre çevirmek ve yanabilecek ne varsa hepsini durmaksızın yakmak; bizi yeryüzüne yayılmaya iten temel dürtü budur. Yapılan ilk gemici lambasından 18. yüzyılın fenerlerine, bu fenerlerin yaydığı parlak ışıktan Belçika otoyollarındaki ark lambalarının soluk parıltısına kadar her şeyde yanma vardır ve yanma, bizim yarattığımız her nesnenin ilksel ilkesidir. Olta iğnesinin üretilmesi, porselen bir kabın yapımı, bir televizyon programının prodüksiyonu sonuç olarak aynı yanma işlemine dayanmaktadır. Tıpkı bedenlerimiz ve özlemlerimiz gibi,
tasarladığımız makinelerin de yavaşça, için için yanan bir yüreği vardır. İnsanlığın kurduğu bütün bu uygarlık ta baştan beri, her geçen saat daha da yoğunlaşan bir parlaklıktan başka bir şey değildir, ne kadar artacağını ya da ne zaman sönüp gideceğini kimsenin bilmediği bir parlaklık. Şehirlerimiz şimdilik parıldamaya ve çevrelerine alevler yaymaya devam ediyor. İtalya, Fransa ve İspanya’da, Macaristan, Polonya ve Litvanya’da, Kanada ve Kaliforniya’da yazları ormanlar yanıyor, tropikal bölgelerde hiç sönmeyen olağanüstü büyük yangınlardan söz etmek bile istemiyorum. 1900’lara kadar hâlâ çepeçevre ormanlarla kaplı olan bir Yunan adasında yangının kurumuş bitkileri nasıl hızla yakıp geçtiğine birkaç yıl önce kendi gözlerimle tanık olmuştum.