Sen, verdiğini sanırken her şeyi alan erkek değil misin? Hayatımı paylaşmaya gelmiştin... Paylaşmaya, evet: kendi payını almaya! Her hareketimi paylaşmaya, her saat düşüncelerimin o gizli mabedine sokulmaya, değil mi? Ben o mabedin kapısını herkese kapadım.
Sen iyi kalplisin, en temiz niyetlerle beni mesut etmek istiyordun, çünkü beni her şeyden mahrum, yapayalnız görmüştün. Ama fakir bir kadının gururunu hesaba katmadın: yeryüzünün en güzel memleketlerini, senin sevda dolu bakışlarımda küçülmüş olarak, görmeyi reddediyorum.
Saadet? Yalnız saadeti, artık bana yeter mi sanıyorsun?... Hayata değer veren sadece saadet değildir. Gözlerimi bu âdi sabah ışığıyle aydınlatmak istiyordun, çünkü karanlık içindeyim diye bana acıyordun. İstersen öyle belki: dışardan görülen bir oda gibi karanlık. Loş, ama karanlık değil. Loş ve her an uyanık bir hüznün ihtimamlariyle süslü; alaca baykuş gibi, ipek tüylü fare gibi, kelebek güvenin kanadı gibi gümüşlü, alacakaranlık. Loş, insanın yüreğini paralayan bir hatıranın kızıl gölgeleri içinde loş... Ama sen artık yanında teessür duymaya bile hakkım olmayan bir insansın...
Sana hiçbir zaman gelecekten söz etmedim. Bağışla beni Cicim, birbirimizin peşi sıra ölmek zorundaymışız gibi sevdim seni. Senden yirmi dört yıl önce doğduğum için senden önce ölmeye mahkum edilmiştim, ama ben seni de ardım sıra sürüklüyordum.
"Şehvet meselesi".. Margot buna ehemmiyet verir gibi görünüyor. En yüksek edebiyat -en aşağılığı da- bana aynı şeyi, şehvetin sesi duyulunca bütün öteki seslerin sustuğunu öğretmeye çalışıyor. Buna inanmak için acaba ne lâzım?
.
Hepsinden korkunç derecede uzak hissettim, her birinin ne istediğini çözebiliyor, kendi gerçekliğimi dünyadaki herhangi birine ifade edemiyordum.
...