Elizabeth Farrelly 1957 yılında Yeni Zelanda’da doğan mimar, yazar, eleştirmen, köşe yazarı. Aynı zamanda Sidney Üniversitesi’nde Mimarlık bölümünde misafir doçenttir. Bir önceki kitabı “Glenn Murcutt: Three Houses” 1993’de yayımlanmıştır.
Omurgasız küçük bir deniz canlısı olan deniz fıskiyesi, ilk birkaç saatini ya da gününü bir kurbağa yavrusu gibi yüzerek geçirdikten sonra, yaşamı boyunca -belki de yıllarca- bir kayaya sımsıkı yapışarak kalır. larva evresindeyken, ilkel bir omurilik vasıtasıyla kuyruğuna bağlanan ve bu sayede yüzmesini sağlayan gelişmemiş bir beyne sahiptir. Fakat yapışacak bir kaya parçası bulduğu andan itibaren, artık hareket etmeye ihtiyacı kalmadığından, saniyeler içinde kendi beynini yer ve sindirir. Halk arasında "ölü adamın parmakları" olarak da bilinen deniz fıskiyesinin, kalan ömrü boyunca tüm zihinsel donanımı sırt bölgesindeki bir sinir düğümünden ibarettir.
Deniz fıskiyesinin bu durumu, bir üniversiteye kapağı atan kadrolu akademisyenler için şaka yollu bir benzetme olarak da kullanılmıştır. Ama çıkarmamız gereken asıl ders, bedensel hareketin ve zekanın karşılıklı olarak birbirini beslediğidir.
İnşa ettiğimiz dünyada güzellik son derece ender rastlanan bir şey. Güzelliği ne kadar çok istersek, sanki o kadar az mümkün kılıyoruz. İnsanlar,çaresizlik içinde, yeni yapılan ucube binalara kimin onay vermiş olabileceğini, herkesin söz hakkına sahip olduğu bir sistemde bu kadar çirkinliğin nasıl olup da normal bir şey hâline geldiğini düşünüyorlar. Elimizden geleni yaptığımız halde, büyük zenginliğimize ve neredeyse sınırsız teknik becerimize rağmen, çevremizi güzel ya da en azından hoş kılmak neden bu kadar zor ?
"Bir köpek yavrusunun kemik parçasını bahçeye gömmesi gibi, biz de hakikati şiirlere, resimlere, şarkılara gömüyoruz. Bazen hakikatimizi nereye sakladığımızı hatırlamıyoruz. Hatta bazen bulunacak bir hakikat olduğunu bile unutuyoruz."
-
Mutluluğun Sakıncaları'nda doyumsuz bir tüketim toplumuyla karşı karşıyayız… Aynı zamanda göz alabildiğine uzanan beton yığınlarının, asfaltların ve reklam panolarının arasına serpiştirilmiş, mantar gibi bitiveren muazzam ve şaşaalı alışveriş merkezlerinin, geniş arabalarla süslü kocaman evlerin diyarındayız. İnsanların gitgide daha da miskinleşip televizyon karşısında pineklediği bir dünya burası...
Farrelly'in Mutluluğun Sakıncaları kitabında daha çok mutluluk üzerine incelemeler ve araştırmalar beklentim vardı açıkçası. Sonlarına doğru sıkılsam da bitirdim.
Dilimize çevrilen, özellikle araştırma inceleme kitaplarında çoğunlukla din olgusunu ustalıkla empoze ettiklerinin farkına vardım, bu sıkıcı bir konu bana göre -her din için geçerli -. Araştırmalarını Amerika-Avustralya arasında sürdürmüş yazar. Kitabın ismi mutlulukla ilgili ama mimarlık ve inşaat mühendisliği alanlarında okunmasını tavsiye ederim içtenlikle. Kitabın başından sonuna kadar insanların yaşamını sürdürdüğü yerler hakkında incelemede bulunmuş çünkü.
Yazarın kadınları rencide etmesini de bir türlü anlamlandıramadım. Alışveriş tutkunu, alışveriş merkezlerinden çıkamayan kadınları genelleme olarak değerlendirmiş. Erkeğin aile kurma hakkı olduğunu, aileyi erkeğin kurduğunu ve kadının erkeğe bu konuda muhtaçlığından da bahsetmiş. Feminizmi yermiş. Siyaset-çirkinlik konusunu da işlemiş.
Günlük hayatta yaşadığımız olumsuz durumları yazmış ama ÇÖZÜMÜ YOK. Bu noktada her bölümü okuyup okuyup "Peki sonuç nerde?" dedim her bölüm sonunda.
Kitabın son bölümü hayaller kısmı üzgünüm ama bana tam bir fiyasko geldi. Kim okyanusların kıyıları doldurup, bunların eridiği, benzinin litresinin 20$ olduğu bir dünya ister ki? Hayallerin hakkını vermiş bu konuda.
Mutluluğun Sakıncaları, adından anlaşılmayacağı(!) üzere, bir "mutluluk sakıncalıdır" kitabı değil. Yazarın temel savı şu: özgürlükler dünyasında isteğin, arzunun sonu gelmiyor. Bu sonsuz arzular denizinde, herhangi bir şeye sahip olarak mutlu olacağımızı sanıyoruz ama durum hiç de öyle değil. Mutlu olmak üzere istediğimiz şeylere sahip olduğumuzda sandığımızdan az mutlu oluyor hatta mutlu dahi olmuyoruz. Ne yapıyoruz peki? Bu kez mutluluğu daha çok istemek de arıyoruz. Bu da dünyaya daha fazla tüketim, daha fazla bina, daha fazla "kötü sanat" ve daha az tatminle dönüyor. Kitapta yazarın sanat, mimari, sinema, psikoloji, pazarlama ve diğer pek çok konuda fikirlerine yer verdiği kişilerin yanında, kendi özgün fikirleri de mevcut. Esprili dili olan kitap, son bölümünde yazarın "Bir Hayalim Var" adını verdiği ve gelecekte Avustralya özelinde bir dünya hayali de okunmaya değer. Özellikle mimari ile ilgilenenlerin pek çok gözlem ve değerlendirmeyi bulabileceği kitap, okumaya ve üzerinde zarif kırmızı kalem hamleleri yapmaya değer.