On dördüncü yüzyılda, Hıristiyan mistisizminin imzasız yazarlarından biri insanla tanrı -yani iyiliğin, adaletin, doğru eylemin cismi- arasında salınan bir buluttan, bir “Cehalet Bulutu”ndan bahseder. Düşünceyle aşmanın olanaksız olduğu bu bulutu delmenin tek yolu düşünceyi serbest bırakmak, failin alanı olarak -öngörülen ve beklenen gelecekten ziyadeşimdi-de ısrar etmektir. “Bilgiden ziyade deneyimin peşinden gidin,” der yazarımız: “Gurur yüzündendir ki bilgi sık sık aldatır sizi, oysa bu nazik, sevecen yakınlık hiç yanıltmaz. Bilgi kibre meyleder, oysa sevgi yapıcıdır. Bilgi emekle dokunur, sevgiyse huzurla.”! Bizim işlemlemeyi kullanarak aşmaya çalışıp durduğumuz şey bu buluttur işte, ama kalkıştığımız şeyin gerçekliği çabalarımızı sürekli boşa düşürür. Bulutvari düşünme, bilmemeyi benimseme, işlemsel düşünmeden geri çekilmemize sebep olabilir, ki ağın bizi teşvik ettiği şey de budur.
Ağın en belirleyici niteliği bariz, tek bir niyete indirgenemez oluşudur. Kimse ağ kurmak ya da onun en iyi örneği interneti oluşturmak niyetiyle çıkmadı yola. Zaman içinde, kamu projeleri ve özel yatırımlarla, kişisel ilişkiler ve teknolojik protokollerle, çelikle, mercekle, elektronlarla, fiziksel mekân ve akılla kültür kültüre, sistem sisteme bağlandı. Önce en temel, en yüksek ideallerin ifadesini bulduğu yer oldu, ardından da en olağanından en radikaline tüm arzuların barındığı, kutsandığı yer haline geldi; ama bunların hemen hiçbiri ilk kullanıcıları tarafından öngörülmemişti ki bizdik bu
kullanıcılar.