Dilde Tasfiyecilik ile “Türkçe değildir lisanımızdan ihraç edelim” diyen zamanın dil uleması ! Yanlışa saplandıklarını anlayınca bu defa “yeryüzünde ki bütün diller Türkçeden neş’et etmiştir” (güneş dil nazariyesi) demişlerdir.
Lâkin Türkiye Cumhuriyetinin ellinci yılı kutlandığı ve kaydedilen sözde terakkiler üzerine parlak nutuklar çekildiği o günlerde akıl hastalarının içinde bulunduğu şartlar havsalaya sığar ve hayal
edilebilir gibi değildir!..
Vaktiyle akıl hastalarını, bunlar muhterem hastalardır, diyerek husûsî sûrette av etiyle besleyen, onlara musikiyle
tedâvi tatbik eden OsmanlI'nın yerini, karınlarını kuru ekmekle
bile doyurmayan böyle zâlim bir idâre almıştı
ğrendiğime göre bu mubassırlardan birinin hizmetinde kullandığı bir hastaydı. İki küçük bardağa çay dolduruyordu. Toto
Ahmed birdenbire ayağa fırlayarak O'nun elindeki bardağı
kaptığı gibi galiz küfürlerle yere vurdu ve genci sille tokat
dışarıya attı. Birden böyle kızmasının sebebini anlayamadım.
Sonradan anlattıklarına göre mubassırlar Toto Ahmed'den
çay içer, parasını vermezlermiş. Buna içerleyen Toto bir gün
mubassırlar toplu halde otururlarken:
«- Size güzel bir çay demleyip getireyim!...» demiş, mubassırların teklifi kabul etmeleri üzerine gidip çay demliğine
işeyip ağzına kadar doldurmuş. Sonra da onu kaynatarak çay
suyu yerine sidiğinden mubassırlara çay yapmış. Mubassırlardan bir ikisi:
« - Toto bu çay pek iyi olmamış!..» demişse de Toto
onları demi biraz fazla kaçırdığı yolunda iknâ edince hepsi de
bu çayı içmişler. Arkasından onları kızdırmak için yaptığı
mârifeti anlatmış. Kendisine deli gömleği giydirip onu
bayıltıncaya kadar dövmüşler ve ondan sonra da bir daha kendisinden çay içmemeye karar almışlar.
Fıtrî temâyüllerin istikametinde kendini ormandaki ağaçlar misali fıtratının ve içinde yaşadığın cemiyetin müessirlerine gayri irâdî bir sûrette tâbî kılma!
Erkek çocuk doğuran bir kadının sütü, kız çocuk doğuran diğer bir kadının sütünden daha yoğun, binnetice ağırdır. Bu gerçeği, ilm-i ledün deryâsı Hazret-i Ali (kerremallâhu vecheh) biliyor olmalıymış ki, O’nunla ilgili şöyle bir vak’a anlatılır: Bulunmuş bir erkek çocuğa iki kadın sahip çıkmış ve çocuğun kendilerine âidiyetini iddiâ etmiş. Bu süretle doğan ihtilâfı halletmek üzere bunlar Hazret-i Ali ’ye müracaat etmişler. O, her iki kadının da kendi sütünden birer fincan dolusu getirmelerini emretmiştir. Sonra bunlardan birine bir boya katarak ikisini bir bardağa dökmüş. Boya karışmış olan sütün dibe çökmesiyle erkek çocuğun o sütün sâhibesi olan kadına verilmesine hükmetmiştir. Sorulduğunda da erkek çocuk doğuran kadının sütünün daha ağır olacağını, bu sûretle boya karıştırılmış sütün dibe çökmesiyle ortadaki sahipsiz çocuğun o sütün sâhibesi olan kadına âidiyetine hükmettiğini bildirmiştir.
Halbuki o gün öğlen namazını Adliye'nin bahçesinde avukat ve diğer maznun arkadaşlarla birlikte cemaatla kılmıştık.
Mevsim kıştı. Pardesülerimizi yere sermiştik. İhtimal o esnada bu çamur paçama bulaşmıştı. Fakat ben bunu o anda
hatırlayamamıştım. Vehleten (durup düşünmeden) jipin şoförüne dedim ki:
«- Çamur de O'na bakalım!»
Şoför:
«— Parola Çamur!» diye bağırdı.
Parola soran nöbetçi kızgın bir sûrette:
«- Geç be birader. Madem parolayı biliyordun da neden
deminden beri söylemiyorsun!?» dedi.
Cezâevine kadar daha birçok nöbetçiyle karşılaştık. Hepsinin sualine «çamur» diye diye takılmadan yolumuza devam
ettik. Meğer o gün parola «çamur», işareti de «yaprak»
imiş. Parolayı duyan, bize işareti sormuyordu.
Jipin içinde bir Muşlu asker daha vardı. Elleri ekzamalıydı. Baktığınız zaman içiniz bir tuhaf olurdu. Namaz
kılan, dindar bir çocuktu. Bana dedi ki:
«- Ağabey sen bu paraloyı nasıl bilebildin?»
Maneviyatını takviye edeyim diye, O'na dedim ki:
«- Dört aydır Cezâevi'nin duvarlarını Allah, Allah!., diye
inletiyorum. Bu kadar da olmasın mı?»
Çocuk şapkasının tereğini arkaya çevirip elimi öpmeye
teşebbüs etti. Ellerinin ekzamasından tiksindiğim için içtinap
ettim. O ise bu hareketimi tevâuzuma hamlederek ısrar etti.
Böylece Onun elimi öpmek istemesi, benim elimi kaçırmam
sûretinde cereyan eden bir karışıklıkla Cezâevi'ne geldik.
Kısa zamanda bütün askerler vak'ayı duymuş. Ne de olsa
Anadolu çocukları!.. Bundan sonra bana hududsuz saygı ve
sevgi göstermeye başladılar.
«- Paşam, işin hülâsası şudur: Sizinle bizim aramızdaki
fark, milletin dinî inanışlarına ve tarihî şahsiyetine âid kıymet
hükümleri tersliğinden ibârettir. Siz, şu kapıda nöbet tutan
mehmetçik, AJlah'a ve Ahıret'e inanmasa dahi onunla vatanın
müdafaa edilebileceğini sanıyorsunuz. Bizse, hayır diyoruz.
Bu mehmetçik sırf kuru bir toprak için ateş ve ölüme karşı savaşmayı kabul etmez. Onu ancak «Ölürsem şehid, kalırsam gâzi» inancı harakete geçirebilir.» dedim ve bu sırada elimle de cadde tarafında nöbet tutan mehmetçiği işaret ettim.
İrfan Özaydınlı hazır mükâleme bitmişken münakaşayı
tazelemiş olmaktan pişman olmalıydı ki:
«- Neyse, neyse!.. Daha çok görüşeceğiz!. Şimdi arkadaşlar senin ifadeni alacaklar!» dedi.
Uydurma kelimeleri kasden yayan, müdafaa edenlerin maksadının bizi İslam kültüründen uzaklaştırmak, hayat ve hâdiselere Kur’an perspektifinden bakmamızı engellemek olduğu anlaşılınca aksine bir boykot ve karşı çıkma ben müslümanım diyen herkese borç bilinmelidir.
Etrafınıza gerçek bir mürebbi bulmak dikkat ve basireti ile bakınız!.. Bir kere bulunca da bir daha kaybetmemek ve azâmi istifâdeyi sağlamak için elden gelen her federkarlığa katlanınız!.. Unutmayınız ki,"dost kalmak,dost olmaktan zordur!.."