Birden, onun beni hiç istediğim gibi sevmediği aklıma geldi. Hakkım yoktu elini tutmaya. Bıraktım birden, kırılacak bir bibloyla oynayan ve annesinin sesini duyan küçük bir çocuk gibi... “Eflâ” dedim. Ne söylenirdi ki böyle bir durumda? En aptalcası çıkmakta zorlanmadı ağzımdan.
“Merhaba.”
“Merhaba Tolga. Nasılsın?”
Konuşmuyorduk. Sadece hayatın ve karşılaşmamızın büyüsüne kapılmış, birbirimizi seyrediyorduk. Bu arada da konuşuyormuş gibi yapıyorduk. Birbirini seyreden iki Rodin heykeli gibi durmamak için. “İyiyim Eflâ” sözleri de uçtu gökyüzüne. “Döndün demek! Biliyordum ben, döneceğini.”
Bu sözler de içerideki müziğin kapının altından sızan artığına karıştı.
“Ben de biliyordum” dedim.
Bu sefer Eflâ tuttu elimi. Bir adım attı. “Gel” dedi. Yürüdüm peşinden. Belki de hep böyle tutsaydı elimi, ben hiçbir yere gitmezdim. Ne Afrika’ya, ne de başka bir şehre... Beyaz bir duvara doğru yürüdük. Diskonun çevresini saran alçak bir duvardı. Önce Eflâ oturdu üzerine, sonra da ben. Yan yana oturmayalı on yıla yakındı.