O zamanlar, bir adı da “eskiden” olan masal zamanlarında, gözleri gözlerime değerdi konuştuğumuzda; saatlerce, bıkmadan usanmadan konuşurduk. Başkalarıyla konuşurken bile gözlerimiz buluşurdu onunla; aynı yere bakarken bir yandan birbirimizin gözlerinin içine bakmayı sürdürürdük. Bakmadan bilirdim, yüzünden gözünden geçen gölgeleri. Birlikte baktığımız şeyi onun da beğendiğini görünce içim ışırdı; beğenmemişse sönüverirdi ışıltılar…
Artık ışık düşürmüyor baktığı yere, çoktandır böyle; onun ışığını aramayı bırakalı çok oldu - biraz da gölge lazımmış, zamanla öğrendim.
Ne çok konuşurduk, tam da yatmaya karar vermişken, uykumuzdan çalmak pahasına. Sonra sustuk. Birimiz bir şey söylerken öbürümüz televizyonun sesini kısmadı, anladığımız kadarı yetti -zaten neydi? önemsiz bir ayrıntı. Perdenin söküğü, dolabın kapağı.
Beklendiğimi hissetmiştim. Bilmediğim bir şey, henüz tanımadığım insanlar beni bekliyorlardı. İnsanın beklentileri olmasından daha müthiş bir şeydi beklendiğini bilmek - sanmak.
Ne çok konuşurduk, tam da yatmaya karar vermişken, uykumuzdan çalma pahasına. Sonra sustuk. Birimiz bir şey söylerken öbürümüz televizyonun sesini kısmadı, anladığımız kadarı yetti - zaten neydi? Önemsiz bir ayrıntı. Perdenin söküğü, dolabın kapağı. Çok olmuş biz bu sabaha varalı.
Ne anlatıyor? Ucunu kaçırmışım anlattıklarının. Ne önemi var ki; sessizlik olmasın diye konuşuyoruz nasıl olsa.
Birazdan da ben bir şeyler anlatırım, vakit dolar, akşam olur, dağılırız.
Kimsesiz kalmışım gibi. O çok sevdiğim yalnızlığım, tek başınalığım --her neyse işte-- içimi ürpertiyor. Karnımdan göğüs boşluğuma, oradan genzime bir şey sızıyor. İçimin buzu eriyor diyeceğim, değil, erimeden yayılıyor, yayıldıkça taşlaşıyor.
"Her akşam odama girerken aynı şeyler geliyor aklıma. İnsanın anılarının değişmemesi ne sıkıcı. Aynı şeyleri anımsamak dert değil de, aynı anıların her seferinde aynı duyguları getirip insanın boğazına dayaması yok mu?"