Victor Hugo, bu kitabında süslemelerden, detaylı betimlemelerden asla ödün vermemiş; o an orada neler yaşadığını ve özellikle orada nelerin bulunduğunu bize kusursuz bir şekilde tasvir etmeyi başarmış. Öyle ki, romanın sayfalarını okurken bir süre sonra harfler yerine resimler görmeye başlıyorsunuz. Kendinizi bizzat Grève Meydanı’nda bulursanız şaşırmayın: Notre Dame Katedrali’nin mimarisindeki ipince detaylardan tutun, ana karakter olarak romana dahil edemeyeceğimiz binbir türlü ad da romana işlenmiş. Bu ayrıntılı, gerek 3 sayfa gerek 5 sayfa gerekse tamamıyla bir bölümü kaplayan betimlemeleri sıkılmadan okursanız mutlaka bölüm sonunda rahata kavuşuyorsunuz çünkü bu sefer de süslerden ayrılıp nelerin olup bittiğine, yani ana düşünceye, konuya, olay örgüsüne giriş yapmış oluyorsunuz. Aşkın, daha doğrusu aşkın kör ediciliğinin insana neler yaptırdığına şahit oluyorsunuz. Aynı şekilde sevginin de bir şeyler uğruna ne kadar çabuk yok olduğuna. Tesadüflerle, trajediyle, vahşetle beraber merak uyandırıcı, hayret verici, dehşete düşürücü sahnelere tanık oluyorsunuz.
Keşke çok daha önceden okusaydım dediğim fakat bir o kadar da iyi ki şimdi, henüz bitirmişim dediğim bir roman. Uzunluğu beni başta biraz ürpertse de çevirmenin yalın üslubuyla birlikte, işlenen detayların da aynen aktarıldığına inandığım, adeta kültür okyanusu, romantik bir başyapıt.