“ Düğme iliğini ne oldu?”
“Düğme iliği?”
“ Evet. Eskiden düğmeler yarattığını ama başarısız olduğunu söylemiştin ya. Şimdi ne oldu diyorum .”
“ Basit. Üstümü değiştirdim. Giydiğim yeni gömlekte ilikler çoktan açılmıştı. İliğe uyacak düğmeler yaptım ve kolayca dikildi.”
Minjun artık sarsılmaya bir son vermeye karar vermişti. Sarsılmak istemiyorsa, sarsılmayan bir şeye tutunması gerektiğini öğrenmişti .
Sarsılmayan bir şeye tutunup elinden geldiği kadarını yapmak…
Ne yapıyor olursak olalım kaygılanacağız. Kitapevi değil, başka bir işte çalışırsak da öyle. Neticesinde konu şuna geliyor: Ben ne tür bir iş yaparak endişeyle savaşacağım?
Aristo’nun sözünü ettiği mutluluk, bir ömrün son anı uğruna tüm yaşamımızı ipotek etmekten farksız değildi. Son anlarımızda bir kereliğine mutlu olmak adına tüm hayatımızı çabalayarak, perperişan geçirmemiz gerektiği anlamına geliyordu.
“Kitap okurken yazarların hepsinin kuyuya düşmüş insanlar olduğunu öğrendim. Oradan yeni kurtulanlar da, çok önceleri
çıkanlar da var ve sanki hepsi ileride o kuyuya yine düşeceklerini söylüyor."
"Kuyuya düşmüş ve ileride de düşecek insanların hikâyelerini
niye okuyayım ki?" diye sordu Minchul, anlam veremeyerek.
"Çünkü aynı mücadeleyi veren başka insanlar olduğu gerçeğiyle bile güç bulabiliriz. Bu zorlukları tek ben yaşıyorum
zannederken aslında onların da savaş verdiğini fark edebiliriz.
Acımız varlığını korusa da, ağırlığının bir şekilde, biraz olsun
hafiflediğini hissedebiliriz. Yaşamı boyunca kuyuya hiç düşmemiş bir insan var mıdır diye düşündüğümüzde, bunun mümkün olmadığını fark edebiliriz.
Hal bu olunca, içimizde bu çaresizliğin üstesinden gelmeye dair bir istek uyanır. Derken köşeye kıvrılmış bedenimizi ayağa kaldırırız ve kuyunun o kadar da derin olmadığını görürüz. Bunun farkına bile varmadan bunca zaman kuyunun içinde kasvetle sarmalanmış halde geçirdiğimiz için güleriz hatta. Tam o anda, birden hafif bir rüzgâr eser ve aniden hayatta olduğumuz için şanslı olduğumuz düşüncesi kuşatır bizi. O rüzgârın esişi sayesinde.”
İlgini çeken bir şey olduğu gerçeği bile nefes alabilmeni sağlar. Nefes alabildiğini hissettiğinde hayatın biraz katlanabilir olduğunu düşünürsün çünkü.
“ Müzikte ahengin kulağa hoş gelebilmesi için öncesinde ahenksizlik olmalıymış. Bu sebeple müzikte ahenk ve ahenksizliğin bir arada var olması gerekiyormuş. Yaşamımızın da müzik gibi olduğunu söylüyor. Uyumdan önce uyumsuzluk olduğu için hayatlarımızın güzelliğini hissedebiliyormuşuz.”
Artık bir alanı sevmesi, kendini huzurlu hissedip büsbütün olduğu gibi var olabilmesi, kendini dışlamadan kabullenebilmesi , o alanda kendine değer verip sevmesi gibi niteliklere bağlıydı.