Bir keresinde, “ Ne yaptığının farkında mısın? Yağmurun her şeyin rengini kaçırdığını bilir misin? Sen de İngilizceye aynı şeyi yapıyorsun. Ağzını her açışında, dili silikleştiriyorsun.” demişti.
O sırada Fugui sabanını sürerek onlara doğru yaklaştı ve şöyle dedi: “ İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma.”
Gözlerini açtığında gözleri kocaman olmuştu ve sanki gülmeye çalışıyormuş gibi dudaklarını bükmüştü. Çatlak sesiyle, “ Öleceğim yerin adını bile bilmiyorum.” dedi.
- Neler gördünüz yüzümde?
- Tutulmuş gözyaşları. Ne fena bu erkeklerin duygularından utanmaları. Sahte bir gurur. Zekalarından utansalar daha iyi ederler.
- İşte o zaman yazdıklarınızı okurum, önünüzde eğilirim. Hırsızı , düşmüş bir kadını anlatıyorlar da insanı unutuyor veya anlatmıyorlar. Bu mudur sanat, bu mudur büyük edebiyat? Kötülüğü, çamuru anlatın ama, rica ederim, buna edebiyat demeyin.
Oblomov duvarları gösterdi:
- Yalnızca bu kadar mı? Ya duvarların tozu, ya örümcek ağları?...
- Onlar bayrama: O zaman tasvirleri temizlerim, örümcek ağlarını alırım...
- Ya kitaplar, resimler?
- Kitaplar, resimler Noel bayramına. O zaman Anisya ile dolapları düzelteceğiz. Hem şimdi nasıl düzeltelim? Hiç evden çıktığınız yok ki!
- Bazen tiyatroya, konukluğa gidiyorum ya!
-Hiç gece temizlik olur mu?
Oblomov Zahar’a küskün gözlerle baktı, başını salladı ve içini çekti. Kayıtsızca pencereye bakan Zahar da içini çekti. Efendisi gailba içinden,” Ah dostum, sen benden de Oblomov’sun.” diye düşünüyordu.
“Ya ağrı?” diye sordu kendi kendine,”Ağrı nereye gitti? Ey ağrı! Nerdesin?
Kulak kabarttı.
“ Hah burada! Ne yapalım, varsın ağrı da olsun!”
“Ya ölüm? O nerede?”
Kendini yoklayıp eski ölüm korkusunu aradı... Bulamadı.
Ölüm nerde? Ne ölümü? Korku diye bir şey yoktu. Ölüm yoktu ki korku olsun!
Işık vardı ölüm yerine.
-Böyle oluyor demek! -diye mırıldandı birden.-Ah ne mutluluk!