Otobanda son hızla gidersin, benzin harcarsın, yollardan geçersin ve görmek istediğin yere geldiğinde durursun. O kadar... Peki ya ben? Gelmek istediğim yer tam olarak neresiydi? Oraya geldiğimi nasıl anlayacağım?
"Savaşımı nasıl vereceğimi bilmiyorum. Çünkü karşıma aldığımı seviyorum. Savaşmadan çıkmanın bir yolu olmalı buradan. Elbet vardır. Neredeyse otuz sene oldu, bulamadım. Elbet bulurum. Ama kırk beşimde kazanacağımla otuzumda kazanabileceğim aynı olur mu bilmiyorum. Kendimi Uçurtmayı Vurmasınlar'ın göbek atma sahnesinde gibi hissediyorum. Hep birilerinin hapishanesindeyim. Önce babamın, sonra Doğan'ın, şimdi de annemin... Kendi kendilerine o hapishanelerde kalmak istediler. Ama yalnız başlarına değil. "Sen de burada kal," dediler, "Olur," dedim. Çünkü olur demek "seni seviyorum" demenin başka bir yolu sanki.
"Perdeleri iki yana, radyonun sesini de iki alt kattan duyulacak kadar açtım. Ben o kadın olmaktan korkuyorum. Hani şu, pencereye yastık koyup tüm gün sokağı seyreden, evin içinde bakacak bir şey bulamadığından sokaktan gelip geçenlere bakan, şanslıysa gün içinde iki selam alıp veren, olur da biri tam penceren altında durursa ona laf atan, ocakta yemeği olmayan, sabahın ilk saatinden akşam iş çıkışına kadar gamsızların gamsızı gibi, pencere çiçeklerinden çok daha az dikkat çekerek, artık tüm mahallenin onun orada durmasına alıştığı, komşuluk ilişkilerini camdan cama sürdüren o çok tanıdık, hepimizin az çok bildiği, alıştığımız için garipsemediğimiz ama aslında günün yarısını uykuda diğer yarısını orada geçirdiği için son derece tuhaf bir başkaldırıya imza atan o cam kadını olmaktan korkuyorum."