Nazım Hikmet şimdi hapislerde çürümüyor. Macaristan'da ve Rusya'da, azgın domuz gibi, Türk'ün mezarını kazmaya uğraşan sinsi propagandayı idare ediyor.
Türkiye'de, Nazım Hikmet de dahil Marxist yoktur.
Hiçbir yabancı dili iyi bilmeyen Nazım Hikmet lirik ve hayalci bir komünistti. Marksizm'in felsefe ve iktisadi temellerinden, yüz seneden beri uğradığı tenkitlerden haberi yoktu.
Cahit Rusya'ya gidemedi. Nazım Hikmet'in bir Kremlin casusu olduğunu anlamasına da ömrü vefa etmedi.
Bir gün, evimde, tanınmış bir tarihçimiz ailemizin şeceresini gösteren vesikayı gözden geçiriyordu:
-Yahu! Dedi, hazret, sen Akşemseddin'in torunu musun?
Gülümseyerek:
-Evet! Dedim.
Daha evvel aynı şiirlerini bir mektupla Nurullah Ataç beye yollamış. Arkadaşımız ona 'Şiirde hiçbir istidadı (Yeteneği, yatkınlığı) olmadığını' bildirmiş ve bundan vazgeçmesini tavsiye etmiş.
Tekâmülü (Gelişimi, evrimi) sadece bir mekanizme irca edenler (Bir düzeneğe indirgeyenler) , tek bir hücrenin bile niçin insan eliyle, hattâ nazarî (Teorik) olarak yaratılamadığı sorgusu önünde apışıp kalıyorlardı.
Dostoyevski'ye atfedilen, Palto'nun Rus edebiyatındaki yerini çok iyi özetleyen, "Hepimiz Gogol'ün paltosundan çıktık," sözü ona değil, Fransız diplomat, yazar ve edebiyat eleştirmeni Eugène-Melchior Vogüé'ye (1848-1910) aittir.
Dostoyevski'yi şahsen tanıyan, Rusça bilen Vogüé 1886 yılında yazdığı Le Roman Rus (Rus Romanı) adlı kitabında, "Rus yazarları haklı olarak, hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık!" derler," diye yazmıştı. Sonraki yıllarda basına, her nedense, sanki Vogüé bu sözü Dostoyevski'den duyarak yazmış gibi yansıdı.
Ruh sahasında her şey mümkündür. Ruhun güzelliği de orada değil mi? Namütenahi (Sonsuz) tesirlere göre namütenahi şekiller almaya müstait (Kabiliyetli) bir cevher oluşu değil mi? Ruhun alçısından istenilen kalıplarda ve istenilen nüanslarda heykeller yapılabilir; fakat bu kalıpların üstünde cemiyetin de parmakları vardır.
Zemahşeri meşhur tefsirini yazıncaya kadar, ondan önce yetişen müfessirler bu bilgiden (Kur'an-ı kerimin edebî ve belâgi mükemmelliğinden) habersizdiler.
Zemahşeri tefsirini yazdı, bu bilginin kaidelerine göre, Kur'ân âyetlerini inceledi. Mucizelerinden bazılarını meydana koydu. Onun tefsiri bu üstünlükleriyle bütün tefsirlerden yüksek ve ayrı bir yer tutar.
Ancak o, Kur'ân'ın belagatini ehl-i bid'atın (Mu'tezile'nin) inançlarına uygun olarak açıkladığı için eseri belâgat bakımından çok zenginse de, Sünnilerden birçokları onun bu tefsirlerini okumaktan sakınırlar. Ehl-i sünnet inancı sağlam olup bu bilgiyi az çok bilen ve onun sözlerini o bilginin kendisinden istifade edip red edebilecek ve onun sözleri bid'at olduğunu anlayacak kimseler onun bu eserinden faydalanmalıdırlar. Çünkü bu inançta ve bu derecede bilgi sahibi olanlar, onun bu bid'atlerinden sakınabildikleri için, inançlarına zararı dokunmaz. Bu kimseler bozuk mezheplerin tesirine kapılmadan bu kitabı okuyarak, Kur'ân'ın mucizelerinden bazı şeyler öğrenebilirler.
Arap'ın "Zeyd bana geldi." demesi ile "Bana Zeyd geldi." demesi birbirinden farklıdır.
Arapçada bir nesneyi cümlenin baş tarafında anmak, o sözü söyleyen kimsenin o nesneye fazlacaönem vermekte olduğunu anlatır. Demek ki "Bana Zeyd geldi." diyen kimse, Zeyd'in şahsından ziyade gelmesine önem vermiş olduğunu bildirmiş oluyor.
"Zeydün Kaimun" (Zeyd ayakta duruyor) ve “İnne Zeyden Kaimün" (Elbette Zeyd ayakta duruyor), "İnne Zeyden le-kaimün" (Hiç şüphe yok ki Zeyd) ayaktadır cümleleri i'râb bakımından her ne kadar birbirine benziyor, yani her üçü de tenvinli ise de, delâletleri bakımından birbirinden başkadır.
Çünkü birincisi teʼkid edatsız (Kuvvetlendirme edatı bulunmayan) olup, tereddüt ve inkâr etmeyen, ikincisi tereddüt içinde bulunan, üçüncüsü Zeyd'in ayakta bulunma hâlini inkâr eden kimseye söylenir ki bunların anlamları birbirinden başkadır.