Hiç neden yokken, kendimi sanki dünyada yapayalnız kalmış, terkedilmiş hissetmeye başladım. Sanki her şeyin benden uzaklaştığı, herkesin benden sakınıp, kaçındığı duygusuydu bu.
Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.
“Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünya da başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.”
Bu akşam anladım ki, bir insan bir diğer insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.
Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde “Bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi.
Asıl “ben”, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç dört ay kadar yaşamış, sonra benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.
“Bende yalnızım...” dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: “Boğulacak kadar yalnızım...” diye devam etti, “hasta bir köpek kadar yalnız...”
.. C.Chaplin’in dediği gibi dünyayı anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi, kimseler sızlanmazdı! Ama o da bencileyin hayalci. Nerede o cici anneler, namuslu, bilimci öğretmenler, yiğit şairler? Belki 2000 yılından sonra... Ah be!