"Çocuğum dün öldü. Üç gün üç gece bu minik, kırılgan hayatın peşindeki ölümle mücadele ettim; grip onun zavallı ve sıcak bedenini yüksek ateşin neden olduğu nöbetlerle sarsarken, tam kırk saat boyunca yatağının yanında bekledim. Ateşten yanan alnına soğuk havlular koydum, onun huzursuz minik ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü akşam pes ettim. Gözlerim artık dayanamıyordu ve fark etmeden yummuşum gözlerimi. Üç ya da dört saat boyunca o sert koltukta uyumuşum ve bu sırada ölüm onu benden almış. Şirin mi şirin zavallı oğlum, şimdi o daracık bebek yatağında öldüğü anki gibi öylece yatıyor; sadece gözlerini kapatmışlar, onun o zeki bakışlı koyu renk gözlerini. Elleriniyse beyaz geceliğinin üzerinde kenetlemişler. Yatağının dört köşesinde dört uzun mum yanıyor. Ona bakmaya cesaretim yok, hareket etmeye cesaretim yok, çünkü mum ışığı her titreştiğinde yüzünde ve kapalı dudaklarında gölgeler oluşuyor ve sanki yüz ifadesinde bir kıpırtı oluyor. Bu yüzden onun ölmediğini, bir kez daha uyanacağını ve o tertemiz sesiyle tatlı ve çocuksu bir şeyler mırıldayacağını düşünüyorum. Ama biliyorum ki o öldü. Ona bakıp da umuda kapılmak ve bir kez daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Biliyorum, evet biliyorum, çocuğum dün öldü. Artık hayatımda yalnızca sen varsın; benim varlığımdan bile haberi olmayan sen, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranan ya da her şeyle ve herkesle gönül eğlendiren sen. Beni hiç tanımamış olan ve benim de her daim sevdiğim sen."
" İçinde yaşam barındıran her şey başını önüne eğmiş kaçar, koşturur, sığınacak bir yerler ararken gökten gelen bu doğa olayının korkusu ister hayvan olsun ister insan herkesçe hissediliyordu. Bir tek bankın üzerindeki şu kara insan kitlesi sarsılmaz hareketsizliğini sürdürüyordu. Bu insanın, her bir duygusunu hareketleri ve jestleriyle büyülü şekilde dışavurma yetisi olduğunu daha önce de söylemiştim; ama dünyadaki hiçbir şey çaresizliğini, mutlak kendinden vazgeçmişliğini ve hayattayken ölmüş halini bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altındaki bu hareketsizliği, bu kıpırtısız ve duygusuz oturuşu, kalkıp en yakın çatının altına sığınamayacak denli yorgun oluşu, kendi varlığı karşısındaki bu nihai umursamazlığı kadar çarpıcı bir şekilde ifade edemezdi. Ne Michelangelo ne de Dante, hiçbir heykeltıraş, hiçbir şair nihai çaresizliğin ifadesini, dünyanın en büyük sefaletini, kendini doğa olayına teslim etmiş, tek bir hareketle bile kendini korumaya mecali kalmamış, yorgun ve bıkkın bu insan kadar etkileyici bir duyguyla dışavuramazdı."
" İnsan göğün baskısını ciğerleriyle, kalbiyle hissedebilirdi ve ansızın düşen bir yağmur damlasının ardından ağır, ıslak ve yoğun bir yağmur, rüzgarın kamçıladığı perçemler halinde yağmaya başladı. İstemsizce oradaki ufak büfenin saçağı altına sığındım, ancak şemsiyemi açmış olmama rağmen delidolu rüzgarla savrulan sular elbisemi ıslatıyordu. Yere çarpıp binlerce toz zerresi halinde dağılan yağmur damlalarını ta yüzümde, ellerimde hissediyordum."