Çok yakında kablosuz olarak dünyanın her yerine mesaj iletmek öyle kolay olacak ki; herkes kendi aygıtını yanında taşıyıp çalıştırabilecek. Bu konuya inancım öyle sağlam ki.
Sözcüklerle anlatılamayacak bu durum dört ay sürdü. Eh, dört
ay, yazması kolay: Altı üstü birkaç harf! Söylemesi de kolay:
Dört ay, iki hece! Çeyrek saat içinde dudaklar böyle bir sesi
çabucak uyduruvermiş: Dört ay! Ama boşlukta, zamansızlıkta
geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse ne bir
başkasına, ne de kendine anlatamaz, ölçemez, gözünde
canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu
hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı
suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı
gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep
aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse
kimseye anlatamaz.
İnsan sabahtan akşama kadar birşey olmasını bekler
Ve Hiç birşey olmaz
Bekleyip durur insan
Hiç birşey olmaz
İnsan bekler bekler bekler
Şakakları zonklayana denk
Düşünür düşünür düşünür
Hiç birşey olmaz
İnsan yalnız kalır
Yalnız yalnız
Turgut dosyayı, yanındaki sehpaya koydu. Süleyman Kar-
gı: “Şimdi okumak istersin herhalde. Uzun ama zararı yok.
Bekleriz. Vaktimiz çok. Değil mi?” Turgut başını öne eğdi
kızararak. “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için,
on bin kitap okumuş olmayı isterdim,” dedi: “Gene de az
gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni
tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.” Dosyanın kapa-
ğını açtı, sonra yapma bir endişeyle Süleyman Kargı’nın yü-
züne baktı: “Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden so-
rabilir miyim?”