İlk 30 sayfada falan insanlıkla, hayatla ilgili tespitler yapıyor ve devamında iki tane hikaye anlatıyor, bunlar anlatıcının anıları. Anlatıcı, “yeraltında” sefil bir hayat süren bir adam. Hayatta tamamen yalnız, çok evhamlı ve takıntılı. Çok güzel tespitleri var; insanın nankör olması ve sırf insanlığını, özgürlüğünü kanıtlamak için saçma davranabileceği, seçimlerini akla ve çıkara değil canının isteğine göre yaptığı bunlardan bazıları. Yine de o otuz sayfa bile bana okuması zor geldi çünkü kimi zaman nükteleri hoşuma gitse bile bu aşırı düşüncelerle dolu kendi kendine konuşma hali hoşuma giden bir hava değil. Yine de okuyunca Dostoyevski’nin neden Dostoyevski olduğu belli, dedim. Çünkü bunları böyle söyleyebilen bir başkasına rastlamadım. O hafif rahatsız edici yeraltı havası zaten kendisine has tarafı ve onu yaratmak başlı başına bir başarıyken dikkate alınması gereken tespitler kitabı özel bir yere taşıyor. Benim sevmemi engelleyen tarafı, aşırıya kaçması. Karakter -ve Dostoyevski de- uçlarda yaşıyor ve fikirleri de böyle uçlarda. Sevdiği şey neredeyse yok, her tarafta bir takıntı ve nefret unsuru var. Bile bile kendine yaptığı eziyet hastalık boyutunda, ki bunu romanın başında kendisi söylemişti: “Zaten galiba insanların bütün işi, bir cıvata değil de insan olduklarını her an kendi kendilerine ispat etmektir!” Karakterimiz belli ki tespitlerini kendinden biliyor :) Ayrıca “Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık.” Fazla düşünen arkadaş bunu yöntemsiz, inatla ve duygularına teslim olarak yaptığı için işi cidden hastalık seviyesine getirmiş.