Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Kaan

Reklam
Yaşayanların kininden çok ölülerin lanetinden korkarım.
Tarikatlarda Oğlancılık
Durum öyle bir noktaya geldi ki artık bununla övünüyorlar ve sakalsız bir gence sahip olmayanı (şöyle diyerek) ayıplıyorlar: "Livata yapmıyor ve şarap içmiyorsun... Sen görgüsüzsün. Bizim seninle işimiz yok." Kendilerine zurafă (zarifler) diyorlar ama aslında görgüsüz ve günahkârlar. Bu iğrenç hedonistlerin bazıları birbirlerine gençleri hediye olarak veriyorlar. Hediye alanlar da sevinçlerini gösterip gururla bu gençleri kollarına alıyorlar. Çoğu kadınlarla evlenmeyip oğlanları kullanıyorlar. Onlara zevcetü's-sefer (seyahat eşi), gulâmul-firâş (yatak oğlanı)... gibi isimler veriyorlar. Günümüzde bilgili ulema olduğunu öne süren birçoğunun yanlarındaki genç refakatçilerle övündüğünü. ... Bazıları en yakışıklı gençleri arayıp satın alır.... Aslında âlim olmadıkları gibi esasen tamamen cahildirler.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Tuğrul Bey'le beraber Bağdat'a gelen Mu'tezilî âlim 'Ali b. Hasan kentte fazla kalmadan hemen Nişabur'a dönmüş ve burada vaizliğe başlamıştı. Yıllar sonra Melikşah onu Nişabur'da görmüş ve niçin kendisini karşılamaya gelmediğini sorunca "hükümdarların hayırlısının ulemanın ayağına gelen, şerlisinin ise hükümdarların ayağına giden olduğunu, bu yüzden gelmediği" cevabını vermiştir.
Taklit süreci devam ederek ulemanın bilimsel performansı görece geriye giderken, paralel olarak olumsuz gelişmeler de ilmiye içinde görülmeye başladı. Ulemaya tanınan bazı imtiyazlar farklı boyutlar kazanmaya ve yanlış uygulamalara yol açar oldu. Mesela ilk defa II. Murad devrinde Molla Fenarî ailesine tanınan imtiyazlar genelleştirilerek daha sonra bütün ulema ailelerine ve onların çocuklarına tanındı. Mesleğin babadan oğula intikali, ulema ailelerinin oluşmasıyla sonuçlandı. Bilimsel geleneğin aile içinde süreklilik kazanması ara sırada iyi sonuçlara yol açsa da genelde yozlaşmanın kapılarını da araladı. Bu uygulama giderek Osmanlı ulemasını bilimsel üretime yoğunlaştırmak yerine imtiyazların sonuna kadar istismarı istikametinde gelişti; ulema aileleri arasında meydana gelen evliliklerle de büyük ulema aileleri oluştu. Belirtildiğine göre Çivizâdeler, Ebussuudzâdeler, Müeyyedzâdeler, Taşköprülüzâdeler ve Kınalızâdeler gibi yaklaşık yirmi kadar aile belli dönemlerde önemli makamları kolayca işgal ederek nüfuz ve güçlerini artırmışlardır. Bunlar mesleğe geçmek isteyenlere engeller çıkarmaya ve böylece sistemin tıkanmasına sebep oluyorlardı.
Sayfa 230Kitabı okudu
Reklam
Osmanlı başkent medreselerinde 1470-1603 yılları arasında Fatih Sahn medreselerinde müderrislik yapmış ulemanın yazdığı kitaplara dair gözlemlerini dikkat çekici bir makalesinde dile getirir ve Osmanlı medreselerinde dinî bilimlerin "kesin ekseriyeti oluşturduğu" sonucuna ulaşır. Ona göre bu müderrislerin yazdıkları 189 kitaptan sadece 20 tanesi aklî ilimlere, geri kalan 169'u tefsir, hadis, fıkıh, kelam, ahlak ve tasavvuf gibi dinî bilimlerle tarih, edebiyat ve Arap dilinin muhtelif alanlarına ait bulunmaktaydı.1470-1730 arası yaklaşık üç yüz yıllık bir dönemde 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akaid ve kelam, 11 ahlak ve 1 adet hadis olmak üzere dinî mahiyette 99 eser telif edilmiş, şerh, haşiye, hâmiş, ta'lik, tasnif ve tercüme olarak ise 55 tefsir, 128 fıkıh, 64 akaid ve kelam, 10 tasavvuf ve 6 tane hadisle alakalı toplam 336 eser kaleme alınmıştır.
Kadılar Ve Rüşvet
Kitâb-ı Müstetâb müellifi de benzer sıkıntılara işaret ederek şikâyetlerini sıralamaktadır. Ona göre azledilip İstanbul'a gelen beş yüz akçelik bir kadının ma'zul olduğu halde türlü türlü köşkler ve bahçeler yaptırıp kalabalık bir hizmetkârlar ve genç köleler edinebildiğini, bütün bunları günde bin akçeden fazla bir masraf ederek ancak karşılayabileceğini özellikle vurgular. Yeniden vazifeye tayin edilinceye kadar bu hayatını faizle aldığı borçlar sayesinde idame ettirdiğini, tayinden sonra ise borçlarını temizlemek ve tekrar mal biriktirmek için rüşvet ve suiistimal belasına duçar olduğunu yana yakıla anlatır.
Sayfa 213Kitabı okudu
Bernard Lewis Ortadoğu isimli kitabında Yahudilikteki hahamlarla Osmanlı uleması arasında ilginç bir kıyaslama yaparak ortaya çıkış, mahiyet ve statüleri itibariyle birbirlerine çok benzediklerini söyler. Ona göre İslam'da ve Yahudilikte Hristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı yoktur. Osmanlı uleması ve hahamlar ruhani yetkilerle mücehhez din adamları değildir. İslam'da yeterli din bilgisine sahip olan herkes imamlık yapabilir, camilerde vaaz verebilir, evlilik veya cenazelerde görev alabilir Allah ile kul arasında ilke olarak aracılık etmek söz konusu değildir.
Osmanlı medreselerinin bilimsel altyapısı, bir yanıyla biri Mısır, Suriye gibi daha muhafazakâr, ikincisi Irak ve İran gibi daha müsamahakâr ve tasavvufi, üçüncüsü ise daha felsefi ve akılcı bir zihniyetin temsilcisi olan Maveraünnehr olmak üzere üç önemli bilimsel damardan beslenmekteydi. Bu aynı zamanda her damarı temsil eden fevkalade işlenmiş güçlü ve zengin ama geleneğe bağlı, muhafazkâr bir literatürün de Osmanlı medreselerine intikal ettiği anlamına geliyordu. Osmanlı medreseleri ve uleması bu renkli ve güçlü geleneksel ve muhafazakâr bilimsel gelenekleri devralmakla beraber, bu noktada kalmadı, bunu belli ölçüde geliştirdi, lakin geleneği sürdüren muhafazakâr çizginin pek dışına çıkmadı. Bu geleneğin bilimsel mirası olan literatür, Osmanlı biliminin -özellikle dinî bilimleri kastettiğimizi vurgulayalım- bu kozmopolit muhafazakâr gelenek üzerine inşa edilmiş olduğunu gösterir.
13. yüzyılda Anadolu'ya gelerek burada yerleşmiş bulunan ünlü İranlı mutasavvıf Necmeddin Râzi (Necmeddin Dâye) (ölm. 1256), Mirsadül İbad adındaki tanınmış eserinde kadıların ahlaki ve bilimsel durumları hakkında gözlemlerini dile getirir. Hz. Muhammed'e atfedilen bir hadise binaen kadıları üç sınıfa ayırır: Bunların ilk ikisi cehennemliktir, sadece sonuncu sınıfı cennet ehlidir. İlk iki sınıf genellikle cahildirler, yanlış ve haksız hüküm verirler, rüşvet alırlar, vakıflarda yolsuzluklar yaparlar, yetim malı yerler, hakka hukuka saygı duymazlar. Otuz yıldır şarktan garba kentten kente dolaştığını belirten Necmeddîn Dâye, bu saydığı yolsuzluklara bulaşmayan bir kadı görmediğini belirttikten sonra, bu âfetlere bulaşmayanların ancak olsa olsa Allah'ın evliyasından bir velî olabilececeğini söyler. Necmeddîn Dâye'nin bu gözlemleri, bir sufi olarak uzun yıllar dolaştığı muhtelif Müslüman kentlerdeki izlenimlerini yansıtması itibariyle değerli kabul edilebilir.
Sayfa 160Kitabı okudu
Reklam
Osmanlılar medresenin yardımıyla çok geçmeden güçlü bir bürokrasi tesis etmekle kalmadılar, bunu takviye etmek amacıyla Sünnî İslam'ın desteğine ihtiyaç duydular. Fetihlerle giderek genişleyen ve her açıdan karmaşık hale gelen toplumu yönetebilmek, artık serhat gelenekleriyle yani uc bölgesinin basit ve sade gelenekleriyle mümkün olamıyordu. İşte bunun için Hz. Muhammed zamanındaki statüsünü çoktan aşarak zaman içinde İslam'ın temel metinleriyle -en azından görünürde çelişmeyen- çevresel hukuk gelenek ve tatbikatlarını da içselleştirerek gelişen bir literatüre sahip Sünnî İslam'ı bürokrasilerinde de kullandılar.
16. yüzyılın iki büyük Osmanlı sultanının, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman'ın da zamanın mehdîsi olarak telakki edilmesi idi. Kanuni Süleyman Sahib-kıran ve Mehdî-i sâhib-zaman olarak aynı zamanda Kutbu'l-aktab'dır (Kutupların Kutbu), yani zamanın kutuplarının da üstünde en üst mertbedeki kutupdur.
Fleischer, Fatih Mehmed'in şeriat ve kanunun geniş ölçekli uygulamasını kurduğu medreselerle müesseseleştirmekle beraber hiçbir zaman katı bir şer'î zihniyet sahibi olmadığını, şeriata devletin yapısını desteklediği ölçüde sahip çıktığını özellikle vurgular. Onun İslam'ın felsefi ve mistik yönüyle daha çok ilgilendiğini, "şeriatın alçak gönüllü bir hizmetkârı" olmayı değil, bir "filozof kral," tasavvufun "insan-ı kâmili olmayı hedeflediğini söylerken, onun hakkında kanaatimizce isabetli ve yerinde bir teşhis koymuştur.
Sayfa 120Kitabı okudu
Timur'un Semerkand'daki muazzam türbesinin içinde duvara altın yaldızlı nefis bir celi sülüs hatla yazılan şu çarpıcı ibare çok dikkat çekicidir: Es-sultânü zillu'llahi fil-arz. Men ekremehû ekreme'llah ve men ehânehû ehâne'llah (Sultan Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Kim sultana ikram (itaat) ederse Allah'a ikram (itaat) etmiş, kim ona ihanet ederse Allah'a ihanet etmiş olur).
Sayfa 118Kitabı okudu
Sultan unvanı İslam tarihinde münhasıran Müslüman hükümdarların, bu arada Müslüman Türk hükümdarlarının en çok kullandıkları unvanlardan biridir. Sultan unvanının aynı zamanda tasavvuf tarihinde büyük süfi şeyhlerine de verilmekte olduğunu hatırlatalım. Kur'an'da "güç, otorite, delil vs" anlamında sıkça zikredilen bu kelime, İslam tarihinde güçlü hükümdarlar tarafından kullanılmıştır. Genellikle Kur'an'daki dinî anlamın tesiriyle olsa gerek, Müslüman hükümdarların bu unvanı münhasıran İslam kamuoyu nazarındaki meşruiyetlerini temsil eden bir unvan olarak tercih ettikleri dikkati çekiyor.
2.049 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.