Kaan

Sabitlenmiş gönderi
Kadın cinayetlerini soruşturmada sadece erkekler kullanıldığı sürece, ne olup bittiğinin yarısını bile anlamayacaksınız.
Reklam
Kaan
Bir kitabı okumaya başladı
Monte Cristo Kontu (2 Cilt Takım)
Monte Cristo Kontu (2 Cilt Takım)Alexandre Dumas
9/10 · 25,6bin okunma
Tuğrul Bey'le beraber Bağdat'a gelen Mu'tezilî âlim 'Ali b. Hasan kentte fazla kalmadan hemen Nişabur'a dönmüş ve burada vaizliğe başlamıştı. Yıllar sonra Melikşah onu Nişabur'da görmüş ve niçin kendisini karşılamaya gelmediğini sorunca "hükümdarların hayırlısının ulemanın ayağına gelen, şerlisinin ise hükümdarların ayağına giden olduğunu, bu yüzden gelmediği" cevabını vermiştir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Taklit süreci devam ederek ulemanın bilimsel performansı görece geriye giderken, paralel olarak olumsuz gelişmeler de ilmiye içinde görülmeye başladı. Ulemaya tanınan bazı imtiyazlar farklı boyutlar kazanmaya ve yanlış uygulamalara yol açar oldu. Mesela ilk defa II. Murad devrinde Molla Fenarî ailesine tanınan imtiyazlar genelleştirilerek daha sonra bütün ulema ailelerine ve onların çocuklarına tanındı. Mesleğin babadan oğula intikali, ulema ailelerinin oluşmasıyla sonuçlandı. Bilimsel geleneğin aile içinde süreklilik kazanması ara sırada iyi sonuçlara yol açsa da genelde yozlaşmanın kapılarını da araladı. Bu uygulama giderek Osmanlı ulemasını bilimsel üretime yoğunlaştırmak yerine imtiyazların sonuna kadar istismarı istikametinde gelişti; ulema aileleri arasında meydana gelen evliliklerle de büyük ulema aileleri oluştu. Belirtildiğine göre Çivizâdeler, Ebussuudzâdeler, Müeyyedzâdeler, Taşköprülüzâdeler ve Kınalızâdeler gibi yaklaşık yirmi kadar aile belli dönemlerde önemli makamları kolayca işgal ederek nüfuz ve güçlerini artırmışlardır. Bunlar mesleğe geçmek isteyenlere engeller çıkarmaya ve böylece sistemin tıkanmasına sebep oluyorlardı.
Osmanlı başkent medreselerinde 1470-1603 yılları arasında Fatih Sahn medreselerinde müderrislik yapmış ulemanın yazdığı kitaplara dair gözlemlerini dikkat çekici bir makalesinde dile getirir ve Osmanlı medreselerinde dinî bilimlerin "kesin ekseriyeti oluşturduğu" sonucuna ulaşır. Ona göre bu müderrislerin yazdıkları 189 kitaptan sadece 20 tanesi aklî ilimlere, geri kalan 169'u tefsir, hadis, fıkıh, kelam, ahlak ve tasavvuf gibi dinî bilimlerle tarih, edebiyat ve Arap dilinin muhtelif alanlarına ait bulunmaktaydı.1470-1730 arası yaklaşık üç yüz yıllık bir dönemde 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akaid ve kelam, 11 ahlak ve 1 adet hadis olmak üzere dinî mahiyette 99 eser telif edilmiş, şerh, haşiye, hâmiş, ta'lik, tasnif ve tercüme olarak ise 55 tefsir, 128 fıkıh, 64 akaid ve kelam, 10 tasavvuf ve 6 tane hadisle alakalı toplam 336 eser kaleme alınmıştır.
Reklam
Kadılar Ve Rüşvet
Kitâb-ı Müstetâb müellifi de benzer sıkıntılara işaret ederek şikâyetlerini sıralamaktadır. Ona göre azledilip İstanbul'a gelen beş yüz akçelik bir kadının ma'zul olduğu halde türlü türlü köşkler ve bahçeler yaptırıp kalabalık bir hizmetkârlar ve genç köleler edinebildiğini, bütün bunları günde bin akçeden fazla bir masraf ederek ancak karşılayabileceğini özellikle vurgular. Yeniden vazifeye tayin edilinceye kadar bu hayatını faizle aldığı borçlar sayesinde idame ettirdiğini, tayinden sonra ise borçlarını temizlemek ve tekrar mal biriktirmek için rüşvet ve suiistimal belasına duçar olduğunu yana yakıla anlatır.
Bernard Lewis Ortadoğu isimli kitabında Yahudilikteki hahamlarla Osmanlı uleması arasında ilginç bir kıyaslama yaparak ortaya çıkış, mahiyet ve statüleri itibariyle birbirlerine çok benzediklerini söyler. Ona göre İslam'da ve Yahudilikte Hristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı yoktur. Osmanlı uleması ve hahamlar ruhani yetkilerle mücehhez din adamları değildir. İslam'da yeterli din bilgisine sahip olan herkes imamlık yapabilir, camilerde vaaz verebilir, evlilik veya cenazelerde görev alabilir Allah ile kul arasında ilke olarak aracılık etmek söz konusu değildir.
Osmanlı medreselerinin bilimsel altyapısı, bir yanıyla biri Mısır, Suriye gibi daha muhafazakâr, ikincisi Irak ve İran gibi daha müsamahakâr ve tasavvufi, üçüncüsü ise daha felsefi ve akılcı bir zihniyetin temsilcisi olan Maveraünnehr olmak üzere üç önemli bilimsel damardan beslenmekteydi. Bu aynı zamanda her damarı temsil eden fevkalade işlenmiş güçlü ve zengin ama geleneğe bağlı, muhafazkâr bir literatürün de Osmanlı medreselerine intikal ettiği anlamına geliyordu. Osmanlı medreseleri ve uleması bu renkli ve güçlü geleneksel ve muhafazakâr bilimsel gelenekleri devralmakla beraber, bu noktada kalmadı, bunu belli ölçüde geliştirdi, lakin geleneği sürdüren muhafazakâr çizginin pek dışına çıkmadı. Bu geleneğin bilimsel mirası olan literatür, Osmanlı biliminin -özellikle dinî bilimleri kastettiğimizi vurgulayalım- bu kozmopolit muhafazakâr gelenek üzerine inşa edilmiş olduğunu gösterir.
13. yüzyılda Anadolu'ya gelerek burada yerleşmiş bulunan ünlü İranlı mutasavvıf Necmeddin Râzi (Necmeddin Dâye) (ölm. 1256), Mirsadül İbad adındaki tanınmış eserinde kadıların ahlaki ve bilimsel durumları hakkında gözlemlerini dile getirir. Hz. Muhammed'e atfedilen bir hadise binaen kadıları üç sınıfa ayırır: Bunların ilk ikisi cehennemliktir, sadece sonuncu sınıfı cennet ehlidir. İlk iki sınıf genellikle cahildirler, yanlış ve haksız hüküm verirler, rüşvet alırlar, vakıflarda yolsuzluklar yaparlar, yetim malı yerler, hakka hukuka saygı duymazlar. Otuz yıldır şarktan garba kentten kente dolaştığını belirten Necmeddîn Dâye, bu saydığı yolsuzluklara bulaşmayan bir kadı görmediğini belirttikten sonra, bu âfetlere bulaşmayanların ancak olsa olsa Allah'ın evliyasından bir velî olabilececeğini söyler. Necmeddîn Dâye'nin bu gözlemleri, bir sufi olarak uzun yıllar dolaştığı muhtelif Müslüman kentlerdeki izlenimlerini yansıtması itibariyle değerli kabul edilebilir.
Osmanlılar medresenin yardımıyla çok geçmeden güçlü bir bürokrasi tesis etmekle kalmadılar, bunu takviye etmek amacıyla Sünnî İslam'ın desteğine ihtiyaç duydular. Fetihlerle giderek genişleyen ve her açıdan karmaşık hale gelen toplumu yönetebilmek, artık serhat gelenekleriyle yani uc bölgesinin basit ve sade gelenekleriyle mümkün olamıyordu. İşte bunun için Hz. Muhammed zamanındaki statüsünü çoktan aşarak zaman içinde İslam'ın temel metinleriyle -en azından görünürde çelişmeyen- çevresel hukuk gelenek ve tatbikatlarını da içselleştirerek gelişen bir literatüre sahip Sünnî İslam'ı bürokrasilerinde de kullandılar.
Reklam
16. yüzyılın iki büyük Osmanlı sultanının, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman'ın da zamanın mehdîsi olarak telakki edilmesi idi. Kanuni Süleyman Sahib-kıran ve Mehdî-i sâhib-zaman olarak aynı zamanda Kutbu'l-aktab'dır (Kutupların Kutbu), yani zamanın kutuplarının da üstünde en üst mertbedeki kutupdur.
Fleischer, Fatih Mehmed'in şeriat ve kanunun geniş ölçekli uygulamasını kurduğu medreselerle müesseseleştirmekle beraber hiçbir zaman katı bir şer'î zihniyet sahibi olmadığını, şeriata devletin yapısını desteklediği ölçüde sahip çıktığını özellikle vurgular. Onun İslam'ın felsefi ve mistik yönüyle daha çok ilgilendiğini, "şeriatın alçak gönüllü bir hizmetkârı" olmayı değil, bir "filozof kral," tasavvufun "insan-ı kâmili olmayı hedeflediğini söylerken, onun hakkında kanaatimizce isabetli ve yerinde bir teşhis koymuştur.
Timur'un Semerkand'daki muazzam türbesinin içinde duvara altın yaldızlı nefis bir celi sülüs hatla yazılan şu çarpıcı ibare çok dikkat çekicidir: Es-sultânü zillu'llahi fil-arz. Men ekremehû ekreme'llah ve men ehânehû ehâne'llah (Sultan Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Kim sultana ikram (itaat) ederse Allah'a ikram (itaat) etmiş, kim ona ihanet ederse Allah'a ihanet etmiş olur).
Sultan unvanı İslam tarihinde münhasıran Müslüman hükümdarların, bu arada Müslüman Türk hükümdarlarının en çok kullandıkları unvanlardan biridir. Sultan unvanının aynı zamanda tasavvuf tarihinde büyük süfi şeyhlerine de verilmekte olduğunu hatırlatalım. Kur'an'da "güç, otorite, delil vs" anlamında sıkça zikredilen bu kelime, İslam tarihinde güçlü hükümdarlar tarafından kullanılmıştır. Genellikle Kur'an'daki dinî anlamın tesiriyle olsa gerek, Müslüman hükümdarların bu unvanı münhasıran İslam kamuoyu nazarındaki meşruiyetlerini temsil eden bir unvan olarak tercih ettikleri dikkati çekiyor.
Sasani Hükümdarı Ardeşir b. Babek'in oğluna nasihatı:
Krallık otoritesi ve dinin birbiriyle mükemmel uyum içinde "iki kardeş olduğunu bil. Hiçbiri diğeri olmadan yaşayamaz. Çünkü din krallık otoritesinin temeli, krallık da dinin bekçisidir. Krallık otoritesi bir temele din de bir koruyucuya ihtiyaç duyar. Çünkü koruyucusu olmayan şey kaybolur, temelleri olmayan ise yıkılır. Senin için içimdeki en büyük korku, toplumda aşağı konumda olan insanların dinin araştırılması, yorumlanması ve öğretilmesinde seni geçmeleri, senin de krallık otoritesinin gücünden dolayı rehavete kapılman ve onları küçümsemendir. Böyle olursa bir zamanlar senin suçladığın, kaba davrandığın, mallarına el koyduğun, sindirdiğin ve küçümsediğin aşağı sınıfların üyeleri ve ayak takımı arasında gizli dinî liderler çıkar. Şunu bil ki bir devletin içinde aynı anda gizli bir dinî lider ve bir siyasal otorite bir arada oldukça, dinî lider daima siyasi liderin gücünü aşındırarak kendinde toplar. Çünkü din temeldir. Krallık otoritesi onun üzerine dikilmiş sütun gibidir. Temeli kontrol eden yapının bütünü üstünde, sütunu kontrol edene göre daha iyi bir denetim sağlar. Şunu bil ki senin hükmün uyruklarının yalnızca bedenlerine geçer, kalpleri üzerinde kralların hiçbir hükmü yoktur. Malından mülkünden edilmiş zeki bir insan sana karşı kılıcından daha keskin dilini kınından çıkaracaktır. Ve eğer onu dinde entrikalar çevirmek için kullanırsa, seni en büyük kötülüklere uğratabilir. İbadet edenler, çileciler, dindarlar dini kraldan daha önce tuttuklarını, dini daha çok sevdiklerini ve din için ondan daha çok tasalandıklarını düşünmemelidir. Kral böyle bir şeye izin vermemelidir.
Osmanlı İmparatorluğu özellik Fatih Mehmed'in başlattığı sürecin 16. yüzyılda kemale ermesinden itibaren tebaası, hanedanı ve merkezi iktidarıyla birlikte " siyasallaşmış İslam parantezinde Rumi, Türki ve Farsi özellikler, katkılar taşıyan bir İmparatorluktur.
Resim