Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Cengiz Han

kitabı 5000. okuyuşum hala Vimini neden filmde yok diye küfrediyorum.
Ya da Vimini vardı. O kızın bizim sabahlarımıza ilk girişi tam da, ben Brahms'ın, Handel'in son varyasyonları üzerine yaptığı bir adaptasyonu çalarken oldu. Kızın sesi boğucu öğlen sıcağını dağıttı. "Ne yapıyorsun?" "Çalışıyorum," diye yanıtladım. Havuzun kenarında karın üstü yatan Oliver, kürekkemiklerinin
Reklam
Onun bir sözcüğüyle böylesine mutlu, başka bir sözcüğüyle de aynı şekilde kolayca perişan oluyorsam ve mutsuz olmak istemiyorsam, böyle küçük sevinçlerden sakınmayı öğrenmem gerektiğini hiç düşünmemiştim.
Oliver benim vatanım, yani, vatana dönüşüm müydü? Sen benim vatana dönüşümsün. Seninle birlikteyken ve biz beraberken isteyeceğim başka hiçbir şey yok. Sen beni kimsem o, yani sen benimleyken olduğum kişi yapıyorsun Oliver. Dünyada tek bir gerçek varsa o da seninle birlikteliğimdedir ve bir gün sana kendi gerçeğimi söyleme cesaretini bulursam, şükretmek için Roma'daki tüm sunaklara birer mum yakmamı hatırlat bana.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
... biz, normalde kafa karıştıran yabancılarla dolu, zalim, acımasız dünyanın birdenbire bittiği, kimse hakkında yanılmadığımız ve kimsenin bizim hakkımızda yanlış bir hükme kapılmadığı, herkesin bir diğerini tanıdığı, hem de tümüyle tanıdığı ve böyle bir yakınlıktan kaçınmanın, sürgün ve dışlanmak anlamındaki İbranice bir sözcük olan galut olduğunu bildiği bir yarı gettoda, yarı vahadaydık. Oliver benim vatanım, yani, vatana dönüşüm müydü? Sen benim vatana dönüşümsün. Seninle birlikteyken ve biz beraberken isteyeceğim başka hiçbir şey yok. Sen beni kimsem o, yani sen benimleyken olduğum kişi yapıyorsun Oliver. Dünyada tek bir gerçek varsa o da seninle birlikteliğimdedir ve bir gün sana kendi gerçeğimi söyleme cesaretini bulursam, şükretmek için Roma'daki tüm sunaklara birer mum yakmamı hatırlat bana. Onun bir sözcüğüyle böylesine mutlu, başka bir sözcüğüyle de aynı şekilde kolayca perişan oluyorsam ve mutsuz olmak istemiyorsam, böyle küçük sevinçlerden sakınmayı öğrenmem gerektiğini hiç düşünmemiştim.
Akşam yemeği masasına gelip gelmeyeceğini bilmemek bir işkenceydi. Ama katlanılabilir bir işkence. Onun gelip gelmeyeceğini sormaya cüret edememekse gerçek bir azaptı. Bir gece onu aramızda görmek umudunu hemen hemen yitirmişken, yüreğim yerinden oynayarak birden onun sesini duymak yahut sandalyesinde otururken görmek, serpilen zehirli bir çiçek
Reklam
"Dostluk" sözcüğü geldi aklıma. Ama herkes tarafından bilindiği şekliyle dostluk hiç ilgimi çekmeyen, yabancı, ekilmemiş toprak gibi bir şeydi. Oysa benim, onun taksiden inmesinden Roma'da vedalaşmamıza dek hep istediğim şey belki de bütün insanların birbirinden istediği, yaşamı yaşanabilir kılan şeydi. Bunun ilk önce ondan gelmesi gerekirdi. Sonra belki benden. Bir insan diğerine tam anlamıyla vurulmuşsa, diğeri de ister istemez vurulmuş olsa gerektir, diyen bir yasa vardır bir yerde. Amor ch'a null'amato amar perdona. Seven hiç kimseyi sevilmekten dışlamayan aşk; Francesca'nın Inferno'daki sözleri. Bekle ve umutlu ol. Ben umutluydum, fakat istediğim şey hep buydu belki de. Sonsuza dek beklemek. Sabahları yuvarlak masada oturup uyarlamalar üzerinde çalışırken hedeflediğim şey onun arkadaşlığı değildi, herhangi bir şey değildi. Sadece, başımı kaldırıp bakınca orada onu, güneş kremini, hasır şapkayı, kırmızı mayoyu, limonatayı görmekti. Başımı kaldırıp seni görmek, Oliver. Çünkü başımı kaldırıp baktığımda senin artık orada olmayacağın gün çok yakında gelecek.
Benim için, bahçemizdeki o yuvarlak tahta masada, kâğıtlarıma mükemmel gölgelik veren kocaman bir şemsiyeyle, buzlu limonatalarımızın şıngırtısıyla, aşağıdaki dev kayalara hafif hafif çarpan ve çok uzak olmayan dalgaların sesiyle ve arka fonda, bazı komşu evlerden gelen, sürekli yeniden çalan popüler şarkılar karışımının boğuk cızırtısıyla geçen o saatler... bunların hepsinin sonsuza dek damgasını vurduğu o sabahlarda ettiğim tek dua, zaman dursun diyeydi. O yaz hiç bitmesin, Oliver hiç gitmesin, sürekli yeniden çalan müzik sonsuza dek çalsın... Böyle küçücük bir şey için dua ediyordum ve başka hiçbir şey istemeyeceğime yemin ediyorum.
Ve şimdi, gelişinin üzerinden yaklaşık iki hafta geçmişken, her gece yapmasını istediğim tek şey, odasından çıkması, fakat ön kapıdan değil, balkonumuza açılan camlı kapıdan çıkmasıydı. Kapısının açıldığını, espadrillerinin balkondaki sesini, sonra da hiçbir zaman kapalı olmayan kapımın sesini duymak istiyordum; kapı itilip açılırken, herkes yattıktan sonra odama gelmesini, örtümün altına girmesini, hiç sormadan beni soymasını ve benim onu, başka bir insanı hayatta hiçbir zaman isteyemeyeceğim kadar çok istememe yol açarak, nazikçe, yavaşça ve bir Yahudi'nin ötekine göstereceği bir sevecenlikle, vücudumun içine girmesini istiyordum; nazikçe ve yumuşak bir şekilde, günlerdir provasını yaptığım sözcükleri dinleyerek: "Lütfen, canımı yakma," ki bunun anlamı, "İstediğin gibi yak canımı"dır aslında.
Geriye dönüp o yaza tekrar baktığımda, "ateş"le ve "baygınlık"la yaşamak için harcadığım tüm çabalara karşın, hayatın yine de muhteşem anlar armağan etmiş olmasına hiç inanamıyorum. İtalya. Yaz. Öğleden sonra ağustosböceklerinin sesi. Odam. Onun odası. Tüm dünyayı dışarıda bırakan balkonumuz. Bahçemizdeki nefesleri merdivenlerden odama getiren yumuşak rüzgâr. Balık tutmaktan hoşlanmayı öğrendiğim yaz. Çünkü o hoşlanıyordu. Koşu yapmaktan hoşlanmayı. Çünkü o hoşlanıyordu. Ahtapottan, Herakleitos'tan, Tristan'dan hoşlanmayı... Bir kuşun öttüğünü duyduğum, bir bitkiyi kokladığım ya da sıcak, güneşli günlerde ayaklarımın altından buğu yükseldiğini hissettiğim ve tüm duygularım daima tetikte olduğundan, tüm bunların kendiliğinden ona doğru koştuğunu gördüğüm yaz. Birçok şeyi yadsıyordum; onun güneşte, kimselerde görmediğim yoğun bir ışıltıyla parlayan dizlerine ve bileklerine dokunmanın özlemini çektiğimi; haftalardır giyildiğinden teninin rengine dönüşen beyaz tenis şortlarının hep çamurla lekelenmiş gibi durmasından hoşlandığımı; her gün daha sarışınlaşan saçlarının, sabahları güneş daha tam doğmadan güneşi yakaladığını; rüzgârlı günlerde havuzun kenarındaki verandada daha da dalgalanan dalgalı mavi gömleğinde, sırf düşünmesi bile beni perişan eden bir ten ve ter kokusunun bulunacağı fikrini. Tüm bunları yadsıyordum. Ve yadsımalarıma kendim de inanıyordum.
Demek istediğim şuydu: Sanırım benden hoşlanmadın. Beni bunun aksine inandıracağını umut ediyordum... ve inandırdın, bir süreliğine. Yarın sabah niçin inanmayayım ki buna?
Reklam
Dipnot. Biz tek bir çalgı için yazılmamışız; ne ben, ne de sen.
Bugün, yeni gelen birisinin yol açtığı sıkıntı, huzursuzluk, heyecan; dünya kadar mutluluğun bir parmak ötede dolanıp durduğu düşüncesi; yanlış anlamış olabileceğim ve yitirmek istemediğim; her seferinde hakkında çok iyi düşünmem gereken insanları boyuna yoklayıp durmam; arzuladığım ve beni arzulamasına can attığım herkese yakıştırdığım korkunç şeytanlıklar; sanki dünyayla benim aramda perde yokmuş da incecik kâğıtlardan yapılmış sürgülü kapılar varmış gibi çektiğim perdeler; hiçbir zaman şifreli olmamış şeylerin şifresini karıştırmaya ve sonra yeniden anlaşılır hale getirmeye çalışmalar; bunların hepsi, Oliver'ın evimize geldiği yaz başladı. Bunlar, o yaz popüler olmuş her şarkıda, Oliver'ın kaldığı sırada ve sonrasında okuduğum her romanda, sıcak günlerin biberiye kokularından, ağustosböceklerinin deli gibi cırlamalarına varıncaya dek her şeyde kazılıydı; birlikte büyüdüğüm ve o güne dek hayatımın her yılında tanıdığım kokular ve sesler bana düşman kesilmiş ve o yaz yaşanan olayların rengini sonsuza dek taşıyan bir ton edinmişti.
Ama düşündüğümden daha sonra, ben hiçbir şeyin farkına varmadan başlamış da olabilir. Birisini görürsün, fakat aslında onu görmezsin, sırasını bekliyordur. Yahut onu fark edersin, ama tik eden, "çarpıcı" bir şey yoktur ve sen bir varlığın ya da kafanı karıştıran bir şeyin farkına bile varamadan, sana verilen altı hafta neredeyse geçmiştir ve adam ya gitmiş ya da gitmek üzeredir. Sen aslında, haftalardır hiç fark etmeden, burnunun dibinde olup biten ve istiyorum demen gerektiğinin tüm belirtilerini taşıyan bir şeyi kabullenmeye çabalıyorsundur. Nasıl anlayamadım? diye sorarsın. Ben arzuyu hemen tanırım... ve bu kez yine tümüyle kayıp gidiyordu. Gerçekte tek istediğim ten, sadece tenken zihnimi her okuduğunda, yüzünde aniden beliren o alaycı gülümsemeye kapılıyordum.
okumayın, okutmayın,
Allahım ne kadar sıkıcı, akmayan bir seri. Ara sıra bir kaç olay oluyor ondan sonra tamamen kitabın geneliyle alakasız bir sürü olay. Kurgusal bir öz yaşam romanı olduğunu biliyorum bu serinin ama bu kadar sıkıcı ve kötü yazılmak zorunda mıydı? Yalnızca ara sıra bazı şeyleri çok iyi anlatıyor. Ama genele vurduğunuzda o kadar sıkıcı ve bayağı bir kitap ki. Yani bu seride bu kadar abartılan ne var gerçekten? Üzerine bir sürü araştırma yaptım ki okumadan önce de zaten az çok biliyordum bu kitabın neyle ilgili olduğunu nelerden etkilendiğini ya da yazarın hayat hikayesini. Tamamıyla zaman kaybı olduğunu düşünüyorum beşinci kitaba kadar geldim ancak devam etmeyeceğim. Kalan diğer iki kitabı okumak tamamen vakit kaybı olur. Bir tek Albertine'in geleceğini merak ediyordum ancak onun da spoilerini aldım zaten.
377 syf.
·
Puan vermedi
Mahpus
MahpusMarcel Proust
9/10 · 1.133 okunma
256 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.