Yazar kitapta doğayı tek gerçeklik olarak kabul ediyor neredeyse. Ona göre medeniyete dair her şey uydurma. Doğayı fazla romantize ettiğini ve doğaya şehirli bakış açısıyla yaklaştığını düşünüyorum. Evet, yazar kendini doğanın bir parçası görürken aslında zihninin ötekine özlem duyan bir şehirli zihni olduğunun farkında değil. Yine de keyif almadım diyemem. Ama sanırım ben, doğanın bir parçası olduğumu yazardan daha ileri bir boyutta hissediyorum.
Bu arada Hz. Muhammed’le ilgili bir cümle geçiyordu, ilgimi çekti. “Belki adını duyunca çığlık atacaksınız ama Muhammed’in bile uğruna yaşadığı hatta belki uğruna öleceği bir hedefi vardı” diyor. At gözlükleriyle etrafına bakınan bir kültürden çıkan, övgüye mazhar bir cümle denebilir. “Muhammed’in bile” demesi kendisini de o kültürün bir parçası yapıyor tabi.
YürümekHenry David Thoreau · Can Yayınları · 20203,116 okunma
Görevleri paylaşan ve yavruları büyütmek için elbirliği yapan kuş türleri genelde aynı renk tüylere bürünür. Böyle durumlarda cinsel ikibiçimlilik olmaz; başka bir deyişle çiftler birbirine benzer. Dolayısıyla martılarda veya kuzgunlarda erkeği dişiden ayırmak zordur.
İşin doğrusu, kuşlar kendilerine mutluluk sorusunu sormazlar. Mutluluğu yaşarlar. Her şey yolunda gittiğinde mutludurlar; öylece, basitçe. Dert etmemeyi bilmek mutluluğun başlangıcı değil midir zaten?
Kitap bence en etkili bilgiyle başlıyor: erkek beyni ve kadın beyni fiziksel olarak bile birbirinden çok farklı.
1. Kimi kısımlar erkekte daha büyük, mesela cinsellikle ilgili bölge veya yaşanan bölgeyi koruma ve saldırganlıkla ilgili bölge; kimi kısımlar ise kadında daha büyük, mesela empatiyle ilgili bölge, cezalandırılma korkusu ve evhamla
Harika bir kitap. Bana göre kitabın en temel tavsiyesi bağlanmaktan, partnerine bağımlı olmaktan, bağlanmaya ilişkin ihtiyaçlarını ifade etmekten utanmamak ve kaçınmamak. Ama bunu yaparken partnerimizin verdiği mesajları çok dikkatli okumalı ve partnerimizin bağlanma biçimiyle bizim ihtiyaçlarımızın örtüp örtüşmediğini dikkatle incelemeliyiz. Evet
Kitapta tek bir hikaye var, Bob Berger'in Macaristan'da Yahudi soykırımı sırasında yaşadıklarını hatırlayıp bunlarla başa çıkması. Bunu bir kitap hacmine çıkarabilmek için sayfayı yarım kullanmışlar, yetmemiş, hikayenin arkasına Irvin Yalom'un bir röportajını eklemişler. Anlatılan hikayeden ölüm korkusunu yenmeye dair çıkarılacak sonuçsa şu: ölüm korkusunu yenmek için, hayatta kalma mücadelesi vermek etkili bir yol. Kitabın bütün anlattığı bu. Gerisi zavallı Yahudilerin soykırımda çektikleri, hayatta kalanların hala çekmekte oldukları. Bildiğimiz hikaye yani. Üç Amerikan filminden birinin anlattığı konu. Tabi röportajda varoluşçu psikoterapiye dair güzel bilgiler var ama ölüm korkusunu yenmek? Yok. Röportajdan edindiğim bir bilgiyi de yazıp kapatayım, psikanalizin yeni yorumları eskiye göre çok daha etkili ve psikanaliz kurumdan kuruma uygulayan kişiden kişiye niteliği değişen bir terapi yöntemiymiş. Psikanalizin geçmişe takılı kalıp bugünü ve geleceği ihmal edişi son yıllarda azalan bir eksi yön diyor. Varoluşçu terapi ise bilindiği gibi bugünü ve geleceği anlamlandırmak üzerine kurulu. Bu farkı oturtması faydalı oldu benim için. Yine de adına aldanıp kitabı almanızı tavsiye etmem. Okuması keyifli ama adının verdiği vaat içeriğinde yok.