AYASOFYA'NIN YENİDEN FETHİ PROJESİ
Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği'ni kurduğumuz yaz, Atsız'la birlikte «müthiş» bir proje üzerinde çaliştik.
İkimizin de aklının ve vicdanının almadığı bir husus vardı. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettikten sonra Ayasofya Kilisesini camie çevirmişti. İlk Cuma namazını burada
Bana tuhaf gelen ve tedirgin eden şey ameliyat değil Sema. Bu kadar hayat deneyimi, bilgi, birikim, okuma yazmayla geçen yıllara rağmen ölüm kavramını bir kez dahi kendim için düşünmemiştim. Ölüm yaşam kadar eski bir kavramken, yaşam kadar doğal ve kaçınılmazken, yaşamı hep kendimize, ölümü başkalarına yakın görürüz. Nedense ölüm hep dışımızda, bizden uzak ve yabancıdır. "Ölen" hep başkasıdır, bizzat kendimiz ölmeyiz. Zaten öldüğümüzde de artık o biz değiliz. O yüzden sanırım ölüme hazırlanma, kendi ölümünü normalleştirme gibi bir şey pek mümkün olmuyor. İstisnaları var elbette, tarihte bile isteye ölüme gidenlerin sayısı az değil, ama dikkat ettiysen onlara da "öldü" denmiyor "ölümsüzleşti" deniyor. Demem o ki ölüm bizim gibi faniler için kaçınılmaz sonken bile asla ona yaklaşmak istemiyoruz. Oysa ölümden uzaklaşmak için harcadığımız her saniye bizi ölüme biraz daha yaklaştırmış oluyor. Velhasıl ölmek garip şey. Bak aklıma Nevzat Çelik'in Şafak Türküsü geldi. Ahmet Kaya söylemişti yıllar önce:
Toprak olmak ne garip şey anne
Ölmek ne garip şey anne
Uçurumlar ki sende büyür
Dağdır ki sende göçer
Ben yaprak derim çiçek derim
Çam diplerine açmış kanatlarını kozalak derim
Gül yanaklı çocuğa benzer
Yine de
Oğlunu yitirmek kim bilir
Ne garip şey anne