“Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı hakk-ı i‘tirâzı yoktur. Şekvâ ve şikâyete de haddi yoktur. Çünki şikâyet eden ferdin hilâf-ı hevesini (heveslerinin aksini) iktizâ eden, nizâm-ı âlemde (âlemdeki düzende) binlerle hikmet vardır. O ferdi irzâ etmekte (rızâsını almakta), o bin hikmeti gazablandırmak vardır. Bir ferdi râzı etmek için bin hikmet fedâ edilmez.
وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَٓاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْأَرْضُ
[Eğer hak, onların nefislerinin arzularına uysaydı; elbette gökler ve yer bozulup giderdi.]
Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizâmı ve intizâmı fesâda gider (bozulur). Ey müteşekkî (ey şikâyet eden kişi)! Sen nesin? Neye binâen i‘tirâz ediyorsun? Cüz’î (küçük) hevesini külliyât-ı kâinâta (âlemin umûmuna) mühendis mi yapıyorsun? Teaffün etmiş (kokuşmuş) olan zevkini ni‘metlerin derecelerine mikyâs ve mîzan mı (kıyas ve ölçü mü) yapıyorsun? Sen ne biliyorsun ki, ni‘met zannettiğin nıkmet (cezâ) değildir! Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzî (denk) olmayan hevesini tatmîn ve teskîn (rahatlatmak) için, felek(bütün âlem) çarklarıyla hareketten teskîn edilsin!”
Mesnevî-i Nûriye, Şemme, 171-172