Mantık, düzen, adalet gibi şeyler yoktu, aklında tutmuştu hep bu gerçeği, onun yerine Istırap vardı, ölüm vardı, yoksullar vardı. Dünya her türlü adi ihanete girişebilirdi, bunu biliyordu.
DUVAK
O maral, kölesi uygarlığımın
O maral nihândır, dokunur bana
Orda, bir ummanın dudaklarında
O muhibbi gemilerden yayılan
Segâh bir yalnızlık fırtınasıdır
Kaptanların ölümüne son ağıt
Son deniz feneri aydınlığında
Kapanıp kalmışım, göçemiyorum
Kendi hayalimden geçtim de artık
Onun hayalinden geçemiyorum
Büyük vahiy belki de hiç gelmemişti. Onun yerine gündelik mucizelervardı; aydınlanmalar, karanlıkta çakılan beklenmedik kibrit ışıkları.
Deniz Feneri, Virginia Woolf
Kendimi böyle şimdiki zamanın imkânsızlığına kaptırmışken tam, yol arkadaşım duraklayıp ilerideki deniz fenerini işaret etti. Surların üstüne oturtulmuş kulemsi fenerin nasıl inşa edildiğini anlatmaya başladığında önceki günden söz ediyordu sanki.
Meğer vaktiyle bir kaza olmuş Kumkapı'da. Bin yedi yüz müymüş neymiş, Mısır'a gitmek üzere sefere çıkan Hacı Kaptan'ın kalyonu karaya oturunca zamanın padişahı üçüncü Osman yan yatmış kalyonu bizzat teftiş ettikten sonra, Boğaz sularını altı saniye boyunca aydınlatacak Ahırkapı Feneri'ni yaptırtmaya karar vermiş.
Arkadaşımın anlattığına bakılırsa pek işkilli bir adammış üçüncü Osman. Kardeş katli korkusuyla gençlik çağına değin sarayın bir odasında hapis tutulması yüzünden açık alanlardan pek hazzetmez, nereden ses gelse yüzünü o yöne döner, havalanan bir martının kanat çırpıntısını bile kendine yönelik bir tehdit sayarmış. Ölümlülük huzursuzluğu zaten yeterince büyük, bir de üstüne öldürülme korkusu padişahı seslere karşı fazlasıyla hassaslaştırmış olmalı ki, müziğe ve özellikle kadın sesine tahammül edemez duruma gelmiş.
Büyük kadınlar da oluş süreçlerinde büyük mihnetlere maruz kalırlar. Kimi içerden, kimi dışardan engellenir fakat onlar engellendikçe “ben”lerinden kurtulur, hürleşir, devleşir, deniz feneri gibi rotasını kaybedenlere yol ve yön gösterirler...