Dünyada huzur ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin hep kendi hayalinin, kendi seçiminin icatları olduğunu düşünerek, kendine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir azap ve öfke duyuyordu. Evvela birden havalanmak için gökyüzünü yeterli bulmayan bir güzel hayal, yüce bir emel, bir saflık isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biriyle havalanarak yükselme hevesi yaralanır, bütün tahlili, her şiiri bir yara yapan inceleme duyguları uyanır; hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğuk kanla, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin ne kadar süslü olursa olsunlar ne pis olduğunu düşünmekten doğan umutsuzluk ve bezginlik ile harap olur, sisli, küflü kalırdı. Ah ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o saf meyil ve anlama daima olsaydı. Herkes gibi o da hayatı sade, ilk renkli masum gözlerle görseydi. Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri ile parçalayarak bu hâle getirmemiş olsaydı... Hâlbuki diyordu evet, bilirdi ki ona durgunluk ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınaya, karanlığa, sırlara da öyle derin bir özleyiş vardı. Bu sakin geçen zamanlardan sonra şimşek ve yıldırıma öfke ve bıkkınlığa muhtaç olacağını bildiği için hâlbuki diyordu.